Sisler bulvarında inecek var...
‘Sis perdesi’ bazı gerçekleri gizleyemiyor. O sis çökse de çökmese de,
kalksa da kalkmasa da gözümüze sokulan ne çok şey var aslında?
Yıllarca
bir ekolojik felaket coğrafyası olmuş Sovyet toprakları. “Ol” deyince
‘olduran’ despotizm, doğaya baş eğdirmek için dengeyi bozup atmış...
Etraftaki çöller yeşertilecek diye Aral Gölü’nden çekilen hesapsız
drenaj kanalları, bugün suya hasret gemileri çatlak toprağın, çölün
üstünde bırakmış... Hastalığın bin türlüsü Kazakistan’dan Özbekistan’a,
sadece gölü değil, hayatı kurutmuş...
Bir başka seferinde Kruşçev’in
ABD’de dağa taşa mısır ekenleri görüp dönüşte bir kararnameyle pamuktan
tütüne ne varsa söktürüp ‘mucize bitki’ mısırı ektirmesiyle verimli
topraklar bir daha tarumar edilmiş...
Bir başka seferinde ‘yok’ sayılan
bir felaket, bulutlarını ısveç’e taşıyıp da radyasyon bulutları “Yandım
Allah” dedirtince Çernobil olarak hayatları dumura uğratmış...
Ve şimdi Moskova’nın etrafında haftalardır yanan turba (torf ya da
bataklık bitkilleri) yataklarından gelen duman, sis, sıcak hayatı zulme
çevirirken, kısık sesli bazı bilimadamları itiraf mektuplarını
yazıyor...
Vakti zamanında “Moskova’nın etrafındaki bataklıklar derhal
kurutulsun!” diye yüksek yerden verilen emrin, doğal dengeye yapılan
müdahalenin nelere mal olduğunu anlatıyorlar...
Doğayla oynarken ekilen
rüzgarların bugün yaşlı dünyamızın her köşesinde biçtirdiği fırtınalara
ağıt yakan insanoğlu ne kadar da ikiyüzlü...
SSCB devrinde ‘bilimsel komünizm’ diye, bir gün hava hareketlerinin
tümüyle kontrol altına alınacağı, ‘kar’ deyince karın yağacağı, ‘güneş’
deyince güneşin çıkacağı ve hatta istenirse ‘Moskova’ya tropikal iklimin
egemen olacağı’ günlerin hastalıklı düşlerinden, bugün uyanıkken
gördüğümüz kabuslara geldik... Ve buradan nereye gideceğimiz yine
muamma...
Sadece felaketin kapıyı kırıp içeri girdiği zamanlarda ağlayıp
sızlanarak, sonra unutup eski nobran hayatlarımıza dönerek, doğayla
barışık yaşamayı zayıflık sayarak gideceğimiz yol çok uzun değil...
Hayatın her alanında ‘denge’ aramak varken, doğaya kendi iktidarımızı
dayatma dikkafalılığıyla nefessiz kalacağız, sislerin arasında kaybolup
gideceğiz...
Sonra da çürüyen, batan gemiye habire boya atılıp cila çalınan
memlekette ateşe su dökme hadiselerinin gittikçe ateşe benzin dökmeye
benzediğini anlamazdan gelip yolumuza devam edeceğiz...
Doğanın içine
etsek de, nefessiz kaldığımız felaket günlerinde, bir güçlü fırtınadan,
bir sağanak yağmurdan medet umacağız ve günü ağır hasarla da olsa
kurtaracağız. Sonra herşeyi unutacağız.
Ta ki, bir başka felaket
çekicini kafamıza indirene kadar...
15.8.2010
Реклама