Kırk katır ya da otuz dokuz satır
ılk TV’nin olduğu salonda hayat, kendi ritminde gidiyor. TV açıksa
genellikle haber; bazen de belgesel ya da çizgi film oluyor. Rusya’da 24
saat haberle yatıp kalkan sadece 1-2 kanal var. Onlar da ortalığı
velveleye vermeden, sadece haber veriyor. Tabii ‘Kremlin’in kırmızı
çizgileri’ aşılmadan! Özgürlük yetmese de, içerik zengin ve derin; akıp
gidiyor. En önemlisi, Rus TV’leri, hayatı ‘olduğuna yakın’ yansıtan bir
ayna. Ekranda ‘fikri karartma’ varsa bile, Kremlin’in sopasından evvel,
sansür halkın kafasının içinde bağdaş kurup oturduğu için!
Salondan çıkıp, koridoru geçip yatak odasına gelince, dünyam değişiyor.
Türk TV’leri arasında beş dakika dolaşınca kırmızı görmüş boğa gibi
oluyorum. Medya hayatı, olayları kahkaha aynasında, yamultarak
yanısıtıyor. Daha yeni geldiğim, iki-üç haftasını sürekli sokaklarda,
insanların arasında geçirdiğim memleketi bulamıyorum! Hemen herkes aynı
anda, aynı şekilde, ekranın yarısını kaplayan “Son
dakika!-flaş!-Türkiye’yi yıkan gelişme!- bu haberden sonra hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak!” anonslarıyla ortalığı yangın yerine çeviriyor.
Aynı feci görüntüler yirmi kere tekrarlanarak etkisi yüzle çarpılıyor.
Haber, “Ümraniye’de tüpgaz patladı: 2 yaralı var” da olabiliyor, “Uçak
düştü: 100 ölü” de. Hiç fark yok. ıkisi için de aynı ‘yaygara
gazeteciliği’, aynı “Gel vatandaaş geeel!” formatı hakim. Ekrana
yansıyanın, sokaktaki hayat yansıtmak değil ‘yönlendirmek ve yolundan
çıkartmak’ olduğuna iman edesim geliyor. Sizin için belki rutin bu
haller, uzaktan bakan benim için ‘şaşılası’ duruyor.
Bu manzarayı midem üç-beş dakika kaldırabiliyor, dağılmış bir halde,
‘vizesiz’ olarak Rusya’ya, yani salona dönüyorum. Bir Rus kanalının
yurtdışı muhabiri, görüntülü-montajlı özel-güzel haberini bir ‘kısa
film’ tadında anlatıyor. Hükümetten korkan ‘ürkek tavşan haberleri’
arada çıkıntılık yaparak, ama genelde ‘memleketin halini’ ekrana
yansıtarak sürüyor. Diğer kanallarda artık her ülkede ‘Big Mac’
standardında yapılan uyutucu-eğitici-susturucu programların muadilleri
berdevam. Ama tansiyon düşük, hançere yırtma yok, bağırmadan çağırmadan
işler yürüyor.
Geçenlerde anlattılar; sabah akşam siyaset yiyip içen bir ‘yazar abi’
yakınıyormuş: “Bodrum’a tatile gittim, şoke oldum: Biz siyasetle yatıp
kalkıyoruz, oysa halk hiç bunu konuşmuyordu, onların gündemi başkaydı.”
Acaba ‘köşebaşıcılar’, ‘manşet atıcılar’, ‘program yapıcılar’ kendi
kafalarındaki gürültülü dünyanın değil de, sokaktaki hayatın aynası
olmayı deneseler, ‘pop yıldızı’ yaşamlarından çıkıp hayatın içine
dalsalar, ortaya çıkacak görüntü ne olurdu?
Üstelik Türkiye’nin Rusya’ya kıyasla durumu daha iyi: Burada ekrana
yansıyan hayat, sokaktaki gerçeğine yakın; ama o hayatın bizatihi
kendisi baskı-korku bulamacı. Türkiye’de ise ekrana yansıyan aslında,
sokaktakiyle alakasız bir kurgulanmış-körüklenmiş-yamultulmuş hayat;
oysa bana kalırsa gerçek hayat çok daha kendi ritminde, kendi dertlerini
çözebilecek bir durumda. ışleri içinde çıkılmaz hale getiren, belki de
“Siyaset ve sosis tartışmaları halkın önünde suyu çıkana kadar yapılmaz”
sözünde gizli. Sadece ayna tutulmakla kalınsa, medyaya başka roller
biçilmese işler kolaylaşacak.
Evde iki oda arasında gidip geliyorum. Halden hala giriyorum. Bir yanda
‘konuşan Türkiye’ ambalajında ‘ağzı olanın, her konuda hiç susmadan ve
hiç dinlemeden konuştuğu’ bir ağız ishali manzarası... Öbür tarafta,
‘aklından ve gönlünden geçeni’ konuşmanın tehlike arz ettiği, ifade
özgürlüğüne yabancı, ‘düzey’ dediğimiz şeyin aslında ‘korku’yla arkadaş
olduğu bir başka dünya...
‘Siyaset ve sosis’ lafı aklımda, kara kara
düşünüyorum:
Kırk katır mı, otuz dokuz satır mı?
1.8.2010
Реклама