PAZAR YAZISI/ Herkesin bir 'casus' öyküsü vardır bu memlekette...
20 yaşındaydım. ılk kez yurtdışındaydım. Komünizmin kalesindeydim. Her
köşebaşında Le Carre’nin George Smiley’sinin ‘kızıl muadillerini’
görüyordum. Karlı Moskova caddelerinde taksiciyle dikiz aynasında göz
göze geldiğimde içimi bir ürperti kaplıyordu. Berbat lokantalarda garson
önüme menüyü koyduğunda, içinde şifreli bir not var mıdır diye
bakıyordum. KGB ajanı olduğuna kalıbımı basacağım fahişe kılıklı
afetler, eski ınturist Oteli’nin bodrum katındaki dumanaltı barda
etrafımda dönüp duruyordu. ‘Soğuktan Gelen Casus’u daha yeni bitirmiştim
ve KGB takibindeki yabancı rolü benim için biçilmiş kaftandı.
Otel lobisindeki ‘macera’nın müthiş finalina sonra döneriz. Tüm bunları
20 yıl evvelinin puslu anılarından çıkarıp getiren, ‘kızıl saçlı femme
fatale’ diye manşetlere çıkan Anna Chapman.
FBI, ‘Amerikalı’ maskesiyle
yaşayıp aslında Rus Dış ıstihbarat Teşkilatı SVR için çalıştığı söylenen
10 kişiyi yakaladı. Rusya da inkara pek meyletmeden işin üstünü kapatma
derdine düştü. şimdi Le Carre’ye parmak ısırtacak senaryoların,
heyecanlı öykülerin bini bir para. Medyaya gün doğdu. ‘Casus’ damgası
yiyenlerin en güzeli, en alımlısı Anna Chapman, halka açık Facebook
fotoğraflarının da sayesinde diğer zanlıların hakkını yiyecek kadar ön
planda.
Amerikan gazetelerinde yazılanları satır satır çevirirken ‘Tanrı
kelamı’ gibi doğru kabul edip yazanlar, işin elifbası olan
‘kuşkuculuk’tan hiç nasiplenmeden yeni ‘007 öyküleri’ yaratıyor. Anna
serbest kalırsa, milyonlarca dolar götüreceği bir film ya da anı kitabı
artık çantada keklik. ışte biz de o zamana kadar ‘Kızıl saçlı casus
ıstanbul’da ne yaptı? Les Ottomans’daki o fotoğrafı kim çekti?’ gibi
başlıklara çıkan ‘dehşetengiz’ sorularla yaşayacağız.
Elimde bir delil yok. Ajanlarla da işim olmaz. Ama benim ‘makul’
senaryom şu:
Anna Chapman, nam-ı diğer ırina Kutsova, ya da samimi bir
deyişle ‘ıriçka’ aslında ilk defa bavulcu olarak geldi ıstanbul’a.
Laleli’den deri mont taşıdı. Köşeyi döndü. Bu arada ‘sıcak kanlı Türk
sevgilileri’ oldu ve ıstanbul’u su yolu yaptı. Gürcistan-Rusya savaşı
sırasında, Karadeniz’e çıkmak isteyen Amerikan savaş gemilerini
gözetlesin diye Les Ottomans Oteli’nde Boğaziçi manzaralı bir oda tuttu.
Rapor ettikleri gemiler ‘şehir hatları vapurları’ çıkınca kızağa
çekildi. Sonra Medvedev’in “Petrol ve gaza bağlı ekonomi olamaz.
ınnovatif ekonomiye geçmeliyiz. Buluşlarla, yeni ürünlerle
ilerlemeliyiz” kampanyası kapsamında, 1777’den beri damak çatlatan
lokumları üreten Ali Muhiddin Hacıbekir’in gizli tarifini çalmak için
ıstanbul’a bir kez daha yollandı. Beceremeyince de, “Bari Amerika’ya
git, Coca Cola’nın tarifini yürüt, köşe olalım” denip New York’a
postalandı. Ama daha Atlanta’ya varamadan işi güzel yüzüne gözüne
bulaştırıp enselendi. Durum bundan ibaret!
Neyse, işte 1990 Mart’ında, o rezil otelin lobisinde o adamın bana doğru
sinsice yaklaştığı ana dönmeliyim:
Buza kesmiş bekliyordum. Ajanlık mı
önerecekti? Randevusu olan bir başka ajanla mı karıştırmıştı? “Ayşe
nerede?” diye sorduğunda benden “Tatile çıktı!” cevabını mı
bekleyecekti? O birkaç saniyede neler geçti 20’lik deli fişek aklımdan
neler!
Ve adam kulağımın dibinde durdu. Azeri Türkçesi ile, “Türkseeen?” diye
sordu. Kafamla onaylayınca, son kez etrafı kolaşan edip kartlarını açtı:
“Karı isterseeen? Yahşi karılar vardıııır!”.
ışte bütün casusluk
hayallerim, üçüncü sınıf bir pezevengin elinde tuz buz olup gitti.
Ve o
gün bugündür Moskova’da kuşkulu bir tip tarafından süzüldüğümüz
hissetsem ya cüzdanım yerinde mi diye bakıyorum, ya da bu ilginin sebebi
açık unuttuğum fermuar mı diye yokluyorum. Casus hikayelerine metelik
vermiyorum. Le Carre yerine de çoktandır Çehov okuyorum.
4.7.2010

Реклама