PAZAR YAZISI/ Ruslarla zerre kadar benzeşmeyen yanımız
Ama bugünkü mevzum, birbirimize zerre kadar benzemediğimiz bir noktaya dair.
On beş küsur yıldır, turist kontenjanından ara sıra ıstanbul’a yolumu düşürdüğümde ‘üç ahbap çavuş’ grubumuz balık yemeye gidiyoruz. Her seferinde Kireçburnu’ndaki o salaş meyhaneye... Bana kalırsa hiçbir özelliği, kerameti yok. Onca yıldır ne tabağı ne çatalı değişti. Ne menüsüne yaratıcı, yeni bir meze girdi, ne de kalitesi yükseldi. Türkiye’deki mekanlara özgü o ‘ekmek teknesine para yatırmama’ adetine sadık, vasat bir yer. Ama ben ne zaman “Başka bir yere gidelim” desem ahbaplarım huysuzlaşıyor.
Burada tam tersi. Rus tanıdıkları birkaç kez üst üste bir yere davet etsem, “Neden hep aynı yere gidiyoruz ki? Yeni bir yer görelim” diye itiraz ediyorlar.
Yıllar bana şunu öğretti: Biz Türklerin hayata karşı duruşu inanılmaz muhafazakar. Alışkanlıklarımız iman gibi; kolay değişmiyor. Körün değneği bellediği gibi belliyoruz pek çok şeyi.
Bir kadın saçının rengini, şeklini değiştirse “Kesin depresyonda” diyenden geçilmiyor. Orta yaşta bir adam farklı tarzda bir giyim denese, “Ya genç sevgili buldu, ya da yaşlılık kompleksine kapıldı” diye fısıldıyoruz. “Hadi, bu akşam rakı değil, şarap içelim” diyenin, “Eski köye yeni adet getirme” diye ağzının payını veriyoruz. Babamızın okuduğu gazete sadece ismi aynı kalmak kaydıyla 180 derece değişmiş bile olsa, sanki mirasmış gibi almaya devam ediyoruz.
Ruslar tam tersi. Yeniliğe inanılmaz açık bir toplum. Herşeyi denemek istiyorlar. Takıntıları pek az. Pek çok şeyin ‘alışkanlık’ haline gelmesine izin vermeyecek kadar daldan dala konuyorlar. Belki Sovyet devrinin zincirlerinden yeni kurtuldukları için her şeye merakla, abartılı bir ilgiyle saldırdıkları söylenebilir. Ayran gönüllü olduklarından dem vurulabilir. Hatta bir zamanlar bir memlekette bakanın birinin ağzından kaçırdığı gibi ‘görgüsüz’ olduklarını düşünenler de çok olabilir.
Ama ben Rusların bu yanına bayılıyorum. ıktidar korkusu, devlet baskısı, bürokrasinin insan gibi yaşamayı, nefes almayı zorlaştırdığı anlarda içimi ferahlatan limon kolonyası gibi geliyor bana bu yenilikçi, meraklı duruş. Moskova’da menüsünde aynı anda mesela Japon, Özbek, ıtalyan ve Avrupa mutfağı bulunan, hem en pahalı şampanyalar patlatılıp hem de nargile tüttürülen pek çok mekan var.
Efes’in genç satış-pazarlama müdürü Berke Kardeş’in çok tuttuğum bir tesbitiyle, “Rusya’da herşey moda, markalar bile. Yenilik yapmazsanız modanız geçiyor”. Her ürüne, her markaya bir merakla, bir ilgiyle saldırıyor millet, sonra kendini demode olmadan yenileyebilenler ayakta kalıyor.
Biz o kadar muhafazakar ve o kadar ‘yenilik tembeli’yiz ki... Mesela bin yıllık yoğurta meyve katıp dünyaya satmak da başkalarına nasip oluyor. En baba dünya mutfaklarının ıstanbul’da bile esamesi okunmuyor. Müdavimi olduğumuz restoranda hep oturduğumuz masa doluysa homurdanıyoruz. Yeşil çay ıstanbul’da hala ‘fantazi’ sayılıyor, çok ısrar ederseniz ‘sallama’ poşeti getiriliyor, ama 10 yıl önce girdiği Moskova’da kırk çeşidini her köşede bulmak mümkün. Falan filan...
Rusya’da insanlar üç kuruş maaşları bile olsa en azından- Türkiye’ye tatile gidiyor. Yüzleri içeri değil dünyaya dönük. Nerede ne bulsalar yiyip, içip, giyinip kuşanıp deniyorlar. Müthiş meraklılar.
Bugünkü manzara sık sık görgüsüzlük, açlık, zincirlerinden boşanmışlık diye ayıplansa da, benim umudum zaman içinde bundan kötü bir bulamaç değil, hoş bir lezzet çıkması.
Zaten dünyayı gezen, daha medeni hayatlar olduğunu gözüyle gören, “Bizde niye yok?” diye sormaya başlayan Rusların bugün değilse yarın bu ülkede hayatı daha yaşanır kılacaklarına inan diyor içimdeki ses...
Çünkü yeniliğin ana rahmi hayatın kendisi. Tohumlar orada çoktandır birikiyor.
21.2.2010
Реклама