şöyle bir kadın bulsam, evleneceğim...
Ortaokulda bir öğretmenim tanıştırmıştı. Her yeni tanışıklığa kuşkuyla
baktığım orta yaş dönemi asırlar kadar uzaktaydı. Yeni olan her şeye
aç, her doğruya ve yanlışa meraklıydık. Anında kanım kaynamıştı. Her
lafına kulak kabartmıştım. Vanka diye bir çocuğun hikayesini
anlatmıştı, oturup ağlamıştım. O günlerde yaşın, yaşamışlığın anlamaya
yetmediği yüksek çıtalı ‘ağır’ laflardan uzak; her sözü hayatın içinden
çıkıp gelen, anlaşılır bir muhabbetin keyfiyle coşturuyordu. “En
sevdiğim deniz tasviri bir çocuğunkidir” demişti bir seferinde, “Deniz
büyüktür!”.
Büyüyordum, ürkek adımlarla hayata doğru ilerliyordum. Özendiklerim,
taklit ettiklerim, ağdalı kalemlerine gıpta ettiklerim artıyordu.
Uyduruk hikayeler yazıyordum. O hep yanımdaydı. Diyordu ki, "Her şey
basit olmalıdır... Tümüyle basit... Hayat gibi basit ama kendi içinde
karmaşık. Teatral olmamaktır esas olan...."
Gençliğin kavak yelli,
heyheyli zamanlarında, yanıbaşımda ‘hayat dersleri’ fısıldıyordu: “Bir
söz ne kadar derin ve ince olursa olsun çok mutlu ve çok mutsuz
olanlara önemsiz gelir, onları tatmin etmez. Bu yüzden aptallıklar hep
çok sevinçli veya kederli zamanlarda yapılır, aşıklar birbirini en iyi
sessizken anlarlar, mezarın başında yapılan ateşli, hararetli bir
konuşma da yalnızca yabancıları duygulandırır, ölenin yakınlarına soğuk
ve ehemmiyetsiz gelir."
Sorular soruları tetikliyordu. O tane tane anlatıyordu. Bir seferinde
“şeytan herhalde meleklerin bilmedikleri birşey olan yalnızlığı
istediği için Tanrı’ya ihanet etmişti" dediğini hatılıyorum.
Başka bir
seferinde, “ınsan inandığıdır” demişti. “Ölüm korkunç bir şey ama insan
eğer hiç ölmeyeceğini, sonsuza kadar yaşayacağını bilseydi bu daha
korkunç olurdu” diye bir laf etmişti.
Daldan dala zıplarken
“Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsınız” demişti, onu da
unutmamışım.
Büyüyüp dünya dertleriyle gerilmeye başladığım zamanlarda da o hep
yanımda, tevazuyla anlatmayı sürdürdü. Mürit istemiyordu, kimse okusun
diye da yazmıyordu. Tıp doktoru olmuştu ama bedeni değil ruhları tedavi
etmeye, beslemeye devam ediyordu. “ıyileşmeni bir bayram günü gibi
bekleyecek insanlar olduğunu biliyorsan, hasta olmak bile güzel şey”
demişti... “ıyi insan bazen köpeklerin önünde bile utanır” demişti...
“Eğer sanatçının parası çoksa mektup yazmaz; telgraf çeker” diye derin
bir espri patlatmıştı bir defasında...
Seçkin hayat kadınlarının gizli müdavimiyken “şöyle bir kadın bulsam
evleneceğim: Tıpkı ay gibi olsun, her gün benim gökyüzümde belirmesin”
diyerek yalnızlığına düşkünlüğünü anlatmıştı.
“Tıp müzmin bekarların
genellikle kafayı yiyerek öldüklerini gösteriyor. Evliler de ölüyor ama
kafayı yemeye bile fırsat bulamadan” demişti. Tam da Attila ılhan’ın
“Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?” deyişiyle savrulurken, 0
“Eğer yalnızlıktan korkuyorsanız evlenmeyin” diye nasihat ediyordu.
Nereden bilebilirdik ki yine doğru söylediğini?
Yıllar sonra bu memlekette yaşarken, güzel kadınlarını tanırken
öğrendiğim şeyi zaten o yıllar önce söylemişti: “Sadece aşkla
evlenilir. Bir kadınla güzel diye evlenilmez. Sevmeden evlenmek,
inanmaksızın dua etmek kadar alçakçadır”. Rusların genelde aşk uğruna
evlendiğini, o da çabuk bittiği için evliliklerin çoğunun kelebek
ömürlü olduğunu yaşayarak öğrendik.
“Akıllı öğrenmek, akılsız öğretmek ister” lafına meftun olup sesine
kulak verirken anlatmaya devam ediyordu:
“Kendine şu soruyu sormak için
hiçbir zaman geç değil: Hayatta anlamlı bir şeyle mi uğraşıyorum yoksa
boş saçmalıklarla mı?”... “Çabamız şu olmalı, babamızın ve dedemizin
gördüğü ve bildiğinden fazlasını görmek ve bilmek”... “Bizim
olmadığımız yer güzel, derler. Geçmişte biz artık yokuz, o yüzden o
günler bize harika görünüyor”... Ve bir aşk yarasına mühür: “Onu
sevdiğim için onu affetmiyorum...”
Anton Çehov, nam-ı diğer Antoşa Çehonte 150 yaşına bastı. 44 yıllık
kısacık bir ömrün ardından “ölümsüz” olmak ona ne de yakışıyor...
31/1/2010
Реклама