PAZAR YAZISI/ ıstanbul'dan gelen adam ve heybesindeki Türk medyası
Bu sefer bizim gazetecilere, yazarlara takmış. “Rusya’da birkaç isim
hariç, gazetecileri, yazarları kimse bilmez. Sizde hepsi pop yıldızı
gibi. Müthiş, müthiş!” dedi muhabbetin ortasında:
“Her gün yazı
yazıyorlar Zaten bu inanılmaz bir şey. Ama o da yetmiyor, aynı isimler
her gün sabahtan akşama kadar bütün televizyon kanallarını dolaşıp
saatlerce konuşuyorlar. Ben yıllar önce Türkiye’ye ilk gittiğimde dilim
pek yetmediği için onların kerametinin ne olduğunu anlamaz, çok gıpta
ederdim. Dilim geliştikçe, okuduğumu, dinlediğimi tamamen anlamaya
başlayınca baktım ki, neredeyse hiçbirinin kerameti yokmuş. Hani, nasıl
diyorsunuz siz; boş konuşuyorlar.”
Yeşil çayımı yudumlarken lafını pek
bölmeden dinledim.Mesela, bu kadar çok yazan, konuşan gazetecilerin,
yazarların zaman bulup da nasıl ve ne okuduklarını, kendilerini nasıl
yenileyip geliştirdiklerini çok merak ediyormuş. Okuyorlarsa da
kendilerine saklıyorlarmış!
Türk yazarların ezici çoğunluğunda herhangi
bir kitap ya da kaynak okuduğunu belli eden alıntılar görmüyormuş,
Rusya’da yazarlar bir kitaba, bir rapora ne kadar atıf yaparsa o kadar
makbulmüş.
Mesela Rusya’da, Batı’da da yaygın olduğu gibi, bir gazeteci
gazetesine yazıyor, bir televizyoncu televizyonda program yapıyormuş.
Türkiye’de ise aynı isimler her yeri parsellemiş, yazıyı yazan da,
TV’ye program yapan da, başka programlara ‘bilirkişi’ olarak sürekl
çıkan da bir avuç adammış. Hatta ileri gidip bunun ‘istihdam sorunu’
yaratacağını bile söyledi!
“Herkes kendi alanında uzmanlaşsa, kendi
işini yapsa, işinden artan zamanda hep konuşacağına okuyup düşünse,
daha iyi olmaz mı?” diye haddini aşan bir soru bile sordu.
Aslında o söyleyene kadar enine boyuna düşünmemiştim. Rus gazete,
dergi, TV’lerini alıcı gözle tartmaya başladım. ışin doğrusu,
Türkiye’deki kadar özgürlüğün esamesi okunmuyordu. Sansür ile
otosansür, korku sosunda birbiriyle halvet olduğu için, kimse Putin’e
“Kaşının üstünde gözün var” diye bile yazmıyordu.
Ama işin teorik
tarafından bakıldığında, hakikaten haftada birkaç gün yazan yazar
bilgisini-birikimini sadece yazısına, TV programcısı-yorumcusu
programının kalitesine harcıyordu.
Aynı isimler kapı kapı dolaşıp
mahalle dedikodularını anlatan bohçacı kadınlar gibi sabahtan akşama
medya kapılarında dolaşmıyordu. En fazla ‘uzman’ sıfatıyla birkaç
dakikalık görüşleri alınıyordu.
TV kanalları da ‘konuşan kelleler TV’
halini almıyor, her gazete “Hafta neden sekiz gün değil; yedi gün
yazarak halkımı yeterince aydınlatamıyorum” diye hayıflanan yazarlarla
dolup taşmıyordu. ıçerik, teknik üst düzeydi. Haiti’ye depremden sonra
neredeyse tüm büyük TV’ler özel ekip yollamıştı.
Yazılı ve görsel medyada bizden çok farklı bir ‘algı’ vardı. Büyük
gazete ve TV’lerde ‘eğlenceli’ gazetecilik güzel bir akşam yemeğini
sonlayan ‘tatlı’ tadında oluyordu. Bunun tadını çıkarmakla suyunu
çıkarmak arasındaki çizgiyi özenle koruyorlardı.
Hiç kimse ‘sıkıcı,
asık suratlı gazetecilik’ diye, ‘yemeğin’ bütününe sırt çevirmiyor,
yani çorbayı da, salatayı da, ve hepsinden önemlisi ‘ana yemeği’ de
özenle yiyor, okurun karnını sadece ‘tatlı’ ile doyurmuyordu.
Çünkü
okur tıpkı çocuk gibiydi. Çocuğa da “Ne yemek istersin?” diye
sorulduğunda hep “Çikolata” diyor, “Ben ıspanak yemek istiyorum” diyen
çocuğa yeryüzünde rastlanmıyordu. “Okur öyle istiyor” demek bahaneydi.
Ortalık ‘eğlence, parti, pasta, çikolata’ geyiğinden geçilmese dahi,
çoğunluk gerçek hayatta çorbaya talim ediyordu.
ıki medya, üç darbe, beş futbol geyiği derken ‘ıstanbul’dan gelen adam’
heybesindekileri boşaltmış olarak ve “Müthiş! Müthiş!” diyerek kalkıp
gitti. Elimde kumanda Rus ve Türk kanalları arasında gidip geldim.
Birileri için ‘vasat’ olanın birileri için ‘zirve’ olmasına yandım.
Birkaç nutka kulak kabarttım.
“Yarım doktor candan, yarım hoca dinden
eder” lafına, “Peki yarım aydın?” diye bir soru çengeli de ben ekledim.
Medyanın hallerine yandım.
24.2.2010
Реклама