Ağacı arayan Rousseau taşı...
“Bu, son alıştırma atışıydı, asıl atış bundan sonraki” der. Ama işi
garantiye almak için ağacın yanına gider, hedefin tam karşısına geçer.
Aralarında otuz santimden az vardır, elini uzatsa dokunacaktır. Sonra
taşı var gücüyle kütüğe indirir. “Başardım” der, “Başardım”. “Bu andan
itibaren, yaşamım eskisinden daha iyi olacak!”
Buraya kadar yazdıklarım, Paul Auster’in ‘şans Müziği’nden alıntı.
Hiçbirimiz Rousseau olmasak da, hayatta bu şekliyle epeyce
‘Rousseau’luk yapmışızdır ve yapmaya devam ediyoruz; hiç kuşkum yok.
Zira insan kendisini hem zanlı, hem savcı, hem hâkim yaptığında ipe
gittiği nadir görülen bir durum. Ve Rusların atasözüyle “En son umut
ölür”.
Bu ülkede, bu şehirde ‘buralı’ olmayan, ama memlekete gidince artık tam
olarak ‘oralı’ da olmadığını anlayan bizlerin çoğu, bir duvar saatinin
sarkacı gibi yaşıyoruz. Bir oraya, bir buraya... Uçtan uca savrularak.
Yara almaya çok müsait bir yerdeyiz. Ve kendi yaralarını kendileri
saramayanlar kolay mikrop kapıyor, hayatları kangrene dönüşebiliyor.
Hikâye genelde hep aynı şekilde başlıyor: “Birkaç yıllığına Moskova’ya
gitmek...” Ya bir iki yılda “Harç bitti, inşaat paydos” diyecek bir
şantiyeye geliniyor... Ya kariyere cila, keseye bereket katacak bir kaç
yıllık ‘profesyonel askerlik’ uğruna Moskova’ya ‘katlanmak’ göze
alınıyor... O birkaç yıl gerçekten zor, ama çok hızlı geçiyor. Bu
memleketin temposu baş döndürüyor. Dökülenler zaten o ara dökülüyor.
Kimisi aileden, kimisi Rusya’dan vazgeçiyor.
Ama çoğunluk dönüp gideceği yere bakıp daha da iç karartan bir manzara
görünce “Neme lazım, burası içgüveysiden hallice” deyip, kafasındaki
‘bir kaç’ yıllık vadeyi uzatıyor. Hem de o birkaç yılda bilenmiş,
öğrenmiş, çözmüş, gözleri açılmış, dillenmiş, fırsatları görmüş halde,
“Eziyetini çektim, tam sefa sürecek zamanda hiç bırakıp da gidilir mi?
Çeşme akarken testiyi doldurmaya bakayım” deyip yarı gönülsüz de olsa
kalıyor buralarda. Ne oralı, ne buralı olarak. “Gitmek mi zor, kalmak
mı zor” şarkısını her daim terennüm ederek.
Hayat isteyerek ya da mecburen tencerede pişen kurbağaya dönüyor.
Kaynar suya atılan kurbağanın can havliyle sıçrayıp kaçması, ocağa
konan soğuk su ısınırken içinde yavaş yavaş gevşeyen kurbağanın ise
artık kaynama anında kaçmak istediğinde sıçrayacak takati kalmaması
misali...
Ama mecburiyetten, ama kendi rızasıyla dönüp gidenlerden de iki grup
çıkıyor: Kimisi, birkaç ay geçip havasıyla, suyuyla, etrafını
çevreleyen ailesi ve dostlarıyla, servis kalitesiyle ‘daha yaşanılır’
bir hayata gözünü açtığında, burada geçirdiği ‘ekstra’ yıllara yanıyor.
Kimisi dertlerini, mutsuzluğunu sırtında götürdüğü için bir zaman sonra
orada da karabasanlarla uyanıyor; nerede sıtmayı nerede ölümü
bıraktığını sorup duruyor.
ışte ‘gitmek-kalmak’ hesaplaşmasında, o kritik dönemeçte git-geller
çoğalmaya başlayınca, herkes kurtuluşu kendince bir Rousseau oyunu
oynamakta buluyor. Çoğuna kalbi ‘Git’, aklı ‘Kal’ diyor. Alıyor taşı
eline, uzaktan ağaca savururken, “Sözüm söz; vurusam kalırım,
vuramazsam giderim” diyor. Epeyce bir taşı karavana atarak ağaca
yaklaşıyor. Yaklaşıyor. Yaklaşıyor. Bu hikâyenin sonu malum.
17.1.2010
Реклама