BAYRAM YAZISI/ Kabettik diye ağlamak mı, sahip olduk diye sevinmek mi?
Moskova’daki ilk yıllarımda Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümüne denk gelmiştim. 3 Haziran’da, müze-mezarlık Novodeviçi’deki kabri başında anılacaktı Nazım. Türk toplumunda hummalı bir hazırlık vardı. Ne olup bittiğini anlamaya çalışan kız arkadaşım çok şaşırmıştı: “Demek siz ölüm gününe önem veriyorsunuz. Biz kaybettiklerimizi, daha çok doğum günlerinde hatırlarız, o günü önemseriz, kutlarız.”
Nitekim sonraları, Nazım’ın Rusya’daki kadim dostlarının onu 15 Ocak’ta, yaş gününde hatırladıklarını fark ettim. Onlardan biri, Türk dilinin Rusya’daki en büyük temsilcilerinden rahmetli dostum Vera Feonova da kafamdaki taşları şu cümleyle yerli yerine oturttu: “Ölüm zaten kaçınılmaz bir şey. Onun ölümüne “üzülmek”ten çok doğumuna “sevinmek” daha mantıklı. Hem ölüm yıldönümü hüzün demektir, sadece anılır. Yaş günü ise coşku demektir, kutlanır.”
Bu açıklama, Susanna Tamaro’nun o zamanlar pek popüler olan “Yüreğinin Götürdüğü Git” romanında da şimdi hayal meyal hatırladığım bir cümlenin aynısı gibiydi. Tamaro da, mealen diyordu ki: “Sevdiğiniz birini yitirince şöyle düşünün: Onu kaybettiğimiz için üzülmekten çok, bizim hayatımızda bu kadar güzel yer edinen, hayatımıza güzellik katan birine sahip olduğumuz için mutlu olun. Çünkü sonuçta herkes bir gün ölecek.”
Rusları bu konuda kıskanmamak elde değil. Ölümü değil yaşamı önemsiyorlar. Hiç değilse topluma mal olmuş isimlere yaşadıkları sürecek hak ettikleri değeri verdikleri için, onları genelde öldükleri gün hatırlayıp “ah, vah” çekmedikleri için, Alav Alatlı’nın deyimiyle “nerofiliya” yani “ölü sevici” toplum olmadıkları için... Belki köre yaşarken kör, kele yaşarken kel de demiyorlar ama, “Bir insan için iyi bir şey söyleyeceksen konuş, yoksa sus” genel kuralı hala egemen... Bugün hala Rusya’da halkın sevgisine mazhar olmuş sağ ya da ölü, ünlü bir ismin yaş gününün ana haber bültenlerinde hatırlanmadığı, Medvedev ya da Putin’in bu insanlar için kutlama mesajı yayınlamadığı gün yok gibi...
Uzun lafın kısası, biz ölüme, Ruslar yaşama daha yakın gibi görünür bana. ışte metroda çiçek satan 80’lik babuşkanın bile hafif bir ruj sürmesi, hayata tırnaklarını geçirmekle ilgili olsa gerek... Bu belki bizdeki “dünya ahiretin tarlasıdır” diyen ve hayata sadece bir “imtihan” gibi bakan kaderciliktendir... Belki Ruslarda “öbür dünya” inancı daha az olduğu için, “eldeki yegane hayata” sarılma refleksidir... Onlar bu dünyaya gelinen günü milat sayarken, biz bu fani dünyadan gidilen günü daha çok önemseriz.
Ama belki bunun daha basit açıklaması vardır. Doğum günleri bizde hiçbir zaman “kayda değer” sayılmamıştır, bugün bile doğum gününü layıkıyla kutlamak sadece çocuklukta ve o da kentli ailelerde yaşayan bir adettir. Mesela bizde doğum günü 1 Ocak olanların oranı olağanüstü yüksektir, çünkü pek çok doğumun çocuk okula ya da askere geç gitsin diye ileri bir tarihe atıldığı bilinir. Yani doğum günü Rusya’daki kadar “kutsal” değildir.
Mesela Lenin’in 22 Nisan’da (1870), Çehov’un 29 Ocak’ta (1860) doğduğu kesin bilgidir ve her yıl kutlanır. Ama bizde Atatürk’ün bile doğum günü bilinmez ve Samsun’a çıktığı güne atfen “Doğum günüm 19 Mayıs’tır” dediği rivayet edilir. Ki yine de onu öldüğü gün hatırlarız...
Son tahlilde onlar yitip gittikten sonra sevdiklerimizin ister yaş gününü, ister ölüm gününü önemseyelim; belki çok gam değil. Ama hepsinden önemlisi onları yaşarken önemsemek ve bunu onlara göstermek. Ve işte bunun için en güzel günler bayramlar... Bayramınız kutlu olsun!
20/9/2009
Реклама