862 mumluk pasta
Tabii ısa’dan evvel 5 bin yıldan da geriye uzanan tarihiyle ıstanbul’un yanında daha yeni yetme sayılır. Çünkü Moskova’nın adının tarihe ilk defa not düşülmesi 1147’ye dayanıyor. Prens Dolgoruki (Uzun el) Moskova Nehri kıyısına kütüklerle ilk Kremlin’i (kale) kurduğunda Aya Sofya en az 750 yaşındaydı; varın Moskova’nın toyluğunu siz düşünün...
Bana sorarsanız, üstünden geçen 860 küsur senede Moskova’da değişmeyen bir tek şey var: şehir kurulmadan önce burası etraftaki köylerin, klanların “av sahası” imiş. Eskilerin “şikargah”, yenilerin “avlak” dediği... Bugün de şekil-şemal biraz değişmiş olsa da, işlev aynı: Moskova modern zamanların kanlı-canlı bir “av bölgesi” olmaya devam ediyor. Kendini avcı sananların çoğunun aslında av olduğu, vahşi kapitalizmin verimli toprağı, “vahşi batı” ritüellerinin sonu gelmez sahnesi burası...
ısmi muamma. Nehrin şehirden değil, şehrin nehirden isim aldığından kuşku yok. Finlilerin nehre, “bulanık, karanlık” sularına atfen Moskova dedikleri söyleniyor. Moğolların, sürekli kıvrılan nehre bakıp “dolambaçlı” manasında “Muşka” dediği de bir rivayet. Bir başka söylenti, “Ayı nehri” manasına geldiği... Hepsinde doğruluk payı var. ısmiyle müsemma bir şehir burası: Bulanık, karanlık, karışık, dolambaçlı, kıvrık, ayıların mekanı... Devlet başkanının adının “ayıoğlu” (Medvedev) anlamına gelmesi bile bunun kanıtı değil mi?
şehrin vitrine çıkışı, Slavların ilk gerçek başkenti Kiev’in gerilemesi, burayı terk eden Ortodoks Metropolitliği’nin 1328’de Moskova’ya taşınmasıyla başlıyor. Yani başkentlik tacı o zaman alınmış oluyor. 1453’te ıstanbul fethedilince artık “Üçüncü Roma” iddiasıyla ortaya çıkıyor Moskova... 1500’lerin sonundan 1600’lerin başına, Moğol saldırılarından Polonya işgaline kadar karmakarışık bir devrin acılarını çekip, sonra 300 yıl sürecek Romanovlar hanedanı ile kendine gelmeye başlıyor ki, 1712’de Büyül Pytor (biz Deli Petro demişiz. Aslında eski Türkçe’de deli kelimesi, yiğit ve kahraman anlamında kullanılırmış, yani hakaret değil takdir var!) başkent tacını alıp sıfırdan kurduğu Petersburg’a götürüyor. ışte ihanete uğrayan Moskova’nın ‘mahzun dul’ hayatı öylece başlıyor...
Üstüne 1812’de Napolyon’un işgali ve şehrin neredeyse tamamını ateşe vermesiyle yeni bir devre kapı açılıyor. şerden hayır çıkıyor, bu yangının küllerinden yeni imar planıyla, Rusların ‘ortak paydası’ olacak bir şehir yaratılmaya başlanıyor. Ve 1918 Ekim Devrimi’yle komünistler güvelik gerekçesiyle başkenti tekrar Moskova’ya taşıyor ve taç yerini buluyor... Tabii sonrasında ‘Stalin gotiği’yle, kimisi güzel, kimisi berbat devasa binalar şehre saçılıyor. Eski ile yeni harmanlanıp, bir açıdan muhteşem, başka açıdan bakınca ucube bir şehir oluyor. Bugün kağıt üstünde 10 milyon, aslında bunun çok çok üstünde bir nüfusu barındıyor...
Tarih dersi ukalalıkları bir yana, Moskova yabana atılacak bir şehir değil. Kendilerine “Moskviç” diyen yerlilerin gurur duydukları bir ayrıcalık... Taşralıların hem ‘Bizim sırtımızdan geçinen bir asalak’ diye diş bilediği, hem orada olmak için yanıp tutuştukları cazibe merkezi... Yabancıların ya aşk ya nefret ilişkisi kurdukları, ortayı bulamadıkları kaprisli bir kadın... Size arefeyi gösterip bayramı ettirmeyen bir fettan... Dikenleri can yakan bir kızıl gül... Bedenine para yetiştirseniz de ruhunu size teslim etmeyecek bir fahişe... Bir kere bulaştınız mı, nereye giderseniz gidin arkanızdan gelecek bir tatlı bela.... Bir lokma alıp asla duramayacağınız, ama kaşıkladıktan sonra midenize oturan ballı-kaymaklı pasta... Uzaktan bakınca güzel, dişledikten sonra türlü dertlerin kaynağı olabilecek Adem ile Havva’nın elması... “Gitmek mi zor, kalmak mı zor” şarkısını herdaim listebaşı yaptıran bir meret... Siz ne kadar kucaklamak isteseniz de, ‘yabancı’ olduğunuzu bir yerde yüzünüze vuran kuzeyli...
Toprağı bol olasıca Michael Jackson’un vaktiyle Kızıl Meydan’da turalayıp yazdığı şarkıya öykünürsek, “Ne hissediyorsun şu an/ Yalnız başınayken.../ ıçimde bir soğukluk var/ Yalnız başımayım bebeğim/ Bir yabancıyım Moskova’da...”
6/9/2009
Реклама