Balık oltanın ucunda değil
Saatime baktım. Erken gelmiştim. Daha neredeyse yarım saat vardı randevuma. Hala tepesinde dikildiğimi görünce paketine uzandı. “ıçiyor musun?” diye sigara uzattı. Neredeyse on yıl evvel bıraktığımı söylemedim. Uzanıp acemi parmaklarla bir tane aldım. Sanki ömrümde ilk kez görüyormuş gibi inceledim, kokladım. Yaktı. Artık yabancısı olduğum mereti içime çekmedim, gölün pis sularına doğru üfledim.
Karşıya, uzaklara bakınca şehrin hayhuyu sırıtıyordu. Parkın bittiği yerde Kruşçev devrinden kalma döküntü apartmanlar iç karartıyordu. Biraz daha geride şehrin kalbine hançer gibi saplanan modern zamanın zevksiz binaları yükseliyordu. Çevreyolundan eski, devasa kamyonların egzos dumanları tütüyordu. Uzaktan, tıkanmaya başlayan trafikten arada bir küfreder gibi korna sesleri geliyor parkın sessizliğini yırtıyordu. Balık avlanacak zaman değildi...
Herkes işine sessizce devam etti. O beklemeye, ben izlemeye. Yanında sadece eski bir sırt çantası vardı. Bizim Boğaz balıkçılarının ayaklarının dibinde duran su dolu devasa yoğurt kovalarının istavrit akvaryumuna dönen manzarasını hatırladım. Sırt çantasından kafayı çıkarmış plastik eski su şişesinden votka kokusu geliyordu. Üstündeki kamuflaj montu, elindeki esaslı olta, önündeki kirli su birikintisiyle garip bir tezattı. Bir tek aklı başında balığın yaşamadığına kalıbımı basacağım bu suda, misina öyle kıpırtısız asılı kalmıştı işte.
“Sahi balık var mı burada?” diye üsteledim. Burnundan güldü. “Sence?” diye iade etti. Yok demenin onu aptal yerine koymak olacağını düşündüm. Ondan duymak olurdu da, benim söylemem yakışıksız kaçardı. “Var ki siz burada oturuyorsunuz” diye yuvarladım. Pek inandırıcı çıkmadı sesim. Etrafa baktı kısık gözleriyle. “Balık her yerde var” dedi tok bir sesle, “Ama burası gibisi var mı?”
Bir daha baktım etrafa. Çok uzaklara gitmedi bu sefer bakışlarım. Gölün kirli suyunda yaban ördekleri seyrü sefer halindeydi. Bir salkım söğütün demet demet dalları suya değiyordu. Binlerce minik yaprak hafif esintiyle titriyordu. Ayağımın dibinde, imrenilecek bir gayretle yuvalarına ekmek kırıntıları taşıyan karıncalar kan ter içindeydi. Allah’ın Moskovası’nda nereden çıktığını bilmediğim bir kaç martı, kendilerine albatros havası vererek tepemde kasılıyordu. Manastırın gümüş kubbeleri parlıyordu. Moskova güneşi ısıtmakla ışıltmak arasında orta bir yerde göz kırpıyordu. Etraftaki her şey –kirli su hariç- “Yaşamak güzel” diyordu.
“Bence kesin balık var burada!” dedim. “O, onun sorunu!” diye güldü. Vedalaşıp şehrin cangılına doğru yürüdüm.
24/8/2009
Реклама