Rusya'dan bakınca Türkiye'nin seçimi
Bu aralar Rusya’da yerel yönetim seçimleri yapılıyor. Artık kevgire dönen, ‘dikey iktidar’
pekişsin diye her tür tedbirle üstüne çimento dökülen seçim sisteminde neyin ne olduğunu, kimin nasıl seçildiğini anlamakta vallahi zorlanıyorum!
Ama gördüğüm kadarıyla bizdeki belediye meclisi üyeliği seçimi yapılıyor. Memleket külliyen seçim havasına girmesin diye bu seçimler uzunca bir zaman dilimine yayılıyor. Bu hafta üç beş yerde, sonbahara beş on yerde, gibi... Ama pratikte mühim yetkisi bulunmayan, feodal beyleri andıran yerel yöneticilerin emir eri olmaya amade kişiler seçiliyor, o kadar.
Aleksey’i çileden çıkaran da bu; git gide Sovyet devrini andıran bir sisteme dönülmesi. “SSCB’nin son yıllarında kesinlikle daha demokratik seçim ortamı vardı, şimdiki devirde gittikçe Stalin dönemine benziyor” diyor. “O zaman da tek parti vardı, şimdi de tek parti var: Putin’in Birleşik Rusya Partisi... şimdi de eller kalkıp iniyor, o kadar!” Sonra ders verir gibi anlatıyor kerata. Eskiden federasyonu oluşturan 85 birimde başkanların halkoyuyla iktidara geldiği, 2004’te Beslan’daki ilkokulun basılıp yüzlerce kişinin öldüğü terör olaylarından sonra Putin’in oldu bittiye getirip anayasayı değiştirdiği ve tüm seçimleri iptal ettiği, şimdi bu yöneticileri pratikte Kremlin’in seçip teorik olarak yerel meclislerin onayına sunduğu, halkoyunun ve sandığın çöpü boyladığını anlattıkça anlatıyor. Çoğunda haklı.
Bu ortamda Rusya-Türkiye kıyaslaması yapıp şunu düşünüyor insan: Türkiye’nin aldığı
mesafeye bakıp da “Bir arpa boyu yol gittik” demek haksızlık. Eğri oturup doğru konuşalım. 1946’dan beri Türkiye’de (darbe dönemi kesintileri hariç) sandık milletin önüne konuyor ve kararı hep millet veriyor. Kim neyin propagandasını yaparsa yapsın, medyadan tutun da egemen kurumlara dek kim nereyi işaret ederse etsin, millet sandığa gidiyor ve kafasına göre oyunu kullanıyor. Belki çoğunlukla ‘yanlış adrese’ gittiğini düşünüyoruz, ‘böyle başa böyle tıraş’ diyoruz, kızıyoruz, eleştiriyoruz, ama çıkıp da “Bu seçimler halkın hür iradesini yansıtmadı” diyemiyoruz. 1950’den 1983’e, 2002’ye kadar Türkiye’de yaşananın özeti bu.
Tabii ki daha iyiyi aramanın sonu yok. Mesela Türkiye’de yerel seçimlerin neredeyse tüm medeni ülkelerde olduğu gibi neden iki turlu yapılmadığının cevabını vermek lazım. Ancak yüzde 50’den fazla oy alınarak belediye başkanı seçilmesi gerektiğini kabullenmek lazım. Yüzde 40 oyla yüzde 100’ün üzerinde kayıtsız şartız tahakküm kurma efeliklerini mahkum etmek lazım. Yurtdışında yaşayanların oy kullanabilmelerini sağlamak lazım...
Ama işte herşey, ölçüyü ne taraftan aldığınıza bağlı: ‘Daha demokratik’ ülkelere bakınca halimize ağlıyoruz. Rusya dahil, ‘öteki tarafa’ bakınca halimize şükrediyoruz. Yani ne şişinecek kadar iyi, ne kahrolacak kadar kötü bir yerdeyiz.
Asıl sorun, bu noktadan sonra memleketin ibresinin ‘ileri’ mi, yoksa ‘geriyi’ mi gösterecek olması. Ortak paydalar yaratarak mı, baltaları bileyerek mi ülkeyi yarınlara hazırlayacağımız.
Çünkü, ‘Türkiye’nin seçimi’, önümüze konan sandığın tek başına cevabını veremeyeceği kadar mühim ve büyük olan bu soruların sarmalında gizli.
15.3.2009
Реклама