"Kaybedecek çok şey var" mevsimi...
“Merhaba, nasılsın?” dedi hoş bir kadın sesi. “ıyiyim de siz kimsiniz?” dedim merakla. Hatırlattı. Neredeyse hepten unutmuştum. Her çiçeğe konup uçmayı marifet bellediğimiz zamanların bir kalıntısı...
ılk ve son buluşmamızın kaç ay evvel olduğunu bile hatırlamıyordum. Ama ikimizin de sabah mutlu ve yorgun ayrıldığımızı çok iyi hatırlıyordum. Balık etli vücudu tümüyle, yüzü de iyi kötü gözümün önüne gelmişti. ‘Face control’den fazlasıyla geçmişti yani.
Havadan sudan birkaç kelam ettikten sonra, içli, sıkıntılı bir sesle “Evde misin, şimdi sana gelebilir miyim?” dedi.
Yalnızdım. Kimseyi beklemiyordum. Gerçi keyifli bir akşam için elimde ve önümde herşey duruyordu. Takviye şart değildi. Ama piyangodan çıkan, kendi ayağıyla eve gelmek isteyen güzel bir varlığa hayır demek de, centilmenliğe değilse de, erkeklik hormonlarının şanına sığmazdı.
“Gel tabii” dedim, “Adresi hatırlıyor musun?”
Hayatta bu tür ‘yormadan ve yorulmadan zeytin yeme’ fırsatları her an önüne çıkan şanslılardan değilim maalesef. Bulunca kıymetini bilmek gerekiyor.
Kızı beklerken maç kanalını değiştirdim, ortamı ısıtacak komik bir filmde durdum. Yatak odasına gidip lojistik kontrollerimi yaptım. Çok geçmeden kapının tokmaktan hallice zili çaldı.
Ben, Hvançkara şarabının verdiği esriklik ve geçireceğim güzel gecenin hayaliyle ok gibi fırladım. Kapıyı açtım. Kardanadama dönmüş haliyle içeri girdi. Ucuz kürkünü çıkardığı ve gövdesini öne doğru bıraktığı an ben vurgun yemişe döndüm: Karnı burnundaydı!
Dizlerimin bağı çözüldü. “Bu ne?” diye kekeledim. Birkaç saniye üzgün, suçlu gözlerle bana baktı. Sonra kahkahayı bastı. “Korkma” dedi, “senden değil!..” Ve ben ömrümün uçup giden beş-on yılının o saniye geri gelip bedenime sıcacık aktığını hissettim.
Mevzu anlaşıldı. Bir barda bir Amerikalıyla tanışmış. Elçiliktenmiş. Çıkmaya başlamışlar. Adam “Evlenip seni Amerika’ya götüreceğim” diyormuş. Sonra kız hamile kalınca sırra kadem basmış. “Sen gazetecisin, bilirsin, ne yapayım? Adamı nasıl bulabilirim?” diye akıl almaya gelmiş. Yedik içtik, bende sebil gibi olan akıldan verdim, birkaç saat sonra taksi çağırıp evine uğurlarken tonla yükten kurtulmuş olarak dönüp koltuğa yığıldım.
Bu anlattıklarım, galiba on yıl evvel oldu.
Unutmuştum bile.
Hafta içi bir akşam, hepsini, tüm ayrıntısını su gibi berrak hatırladım.
E-maillerime bakıyordum. Birisinde durdum. Gönderen “L... K...” yazıyordu. Hemen hatırladım; dün gibi.
Eski güzel günlerde kalmıştı. Yıllar yıllar öncesinde. “Herkes gibisin” diyeceğim biri değildi. Ama yaşanmış, bitmiş bir şeylerin siluetiydi. Yalan yok; heyecanlandım. Suçlu gözlerle etrafıma baktım, aile efradı uzaktaydı. Önce açmadan silmeyi düşündüm. Ama o kadar cesur olamadım. Tıkladım.
Telefonlar değişse de email adresleri değişmediği için kolay bulmuştu beni. Kısa bir mesajdı. Hal hatır soruyordu. “Çay içelim, konuşalım” diyordu.
Dışarıdaki kara, kıyamete, bilinmezliğe; içerideki güvenli, huzurlu, sürprizlerden azade küçük dünyama baktım. Kaybedecek çok şeyi olanların yaşına erdiğimi anladım. “Sil” tuşuna bastım. Hem e-maili, hem de sahibini bir daha geri dönmeyeceği yere yolladım.
Mutfaktan güzel kokular geliyordu.
8.2.2009
Реклама