Kendi içimize göç mevsimi
‘Biz’ dediğim herkes değil. ıri punto ukalalığa gerek yok. Herkesin hayatı kendine. Kimsenin hayatı, öbürüne oturacak gömlek değil.
Ama benim tarif etmek için kıvranıp durduğum bir küme, bir daire var. Çoğu yurtdışında yaşayanlar. Adına ister kibarca ‘expat’ deyin, isterseniz içeriğe daha uygun düşsün diye ‘hymatlos’ deyin.
Onların pek çoğu dahil o kümeye. Sürekli içinde yaşanmasa da, sık sık içine dalıp çıkıyoruz.
Ortak paydamız, bir yandan köklerle ilişkiyi sürdürmenin yolunu aramak, öbür yandan huzura kaçmak ve ‘daha iyisini aramak’.
Türkiye-Rusya arasında bölünmüş hayatlarda tavan yapıyor bu haleti ruhiye.
Özleyip Türkiye’ye gidiyoruz; en çok birkaç hafta sonra ‘yabancı’ hissediyoruz kendimizi, bu kez Rusya’yı, evimizi özlüyoruz.
Buraya geliyoruz; en çok birkaç ay dengede gidiyor her şey, sonra ‘yabancı’ hissetmek istemesiniz de hissettiriyorlar ve elimiz yine bavula gidiyor.
Kıyaslananların hali de içgüveysiden hallice.
Biri ötekine galebe çalacak halde değil. Türkiye’nin “Bugün git, yarın gel” bürokrasisine kızıyoruz; buranın “Bugün git, dün gel” bürokrasisi üstümüze çullanıyor.
Rusya’nın ‘demokrasi fukarası’ ortamına celalleniyoruz, Türkiye’ye gidince toz-duman içinde “ıyi ki Rusya’da istikrar var” diye dönüyoruz.
Rusya’da “Servis berbat” diye ağlaşıyoruz, Türkiye’de saat yerine takvim kullanarak iş görenler saç baş yoldurtuyor. Moskova’da pahalılıktan inliyoruz, soluk almak için gittiğimiz ıstanbul’un hiç farkı kalmadığını görüp kederlere gark oluyoruz.
Moskova’da devlet ilkokuluna kayıt için 5 bin dolar rüşvet isteyenlere köpürüyoruz, ıstanbul’da anaokulu masrafının bile binlerce dolar olduğunu anlatanları hayretle dinliyoruz. “Al birini vur ötekine” deyip susuyoruz.
ışte kimileri için hayat, iki cami arasında beynamaz misali geçiyor. Deniz, güneş, yemek, dostluk, sevgi ile depo doldurmaya Türkiye’ye kaçılıyor ara ara. Sonra herkes kendi meşrebince bir motivasyon kaynağı bulup bu tarafa dönüyor; parasına, kültürüne, sanatına, yemyeşil parklarına, renkli gece hayatına, güzel kızlarına; neyse ne.
Çoğunluk hala ne oraya ne buraya ait olamamanın sıkıntısında. Böyle de gidecek.
Çocuklar büyüyor, dil yaresi başlıyor, Türkçe kırık konuşulan, ama çok zor yazılan bir dile dönüşüyor, kültür aşure oluyor, ‘Alamancı’lardan hallice olsa da şoklar yaşanıyor.
Ve son tahlilde, hep ‘daha iyi hayat’ arayanlar, yıllar eksildikçe “Ne yapmalı?” sorusunu masaya daha sık yatırır oluyor.
Gitmeli mi, kalmalı mı?
Gidilecekse adres sahiden Türkiye mi?
Yoksa buradan oraya gitmek, bir çıkmazdan öbürüne mi yuvarlanmak demek?
Ya okyanusun ötesindeki uzak limanlar? Yepyeni dünyalarda herşeye yeniden başlayacak kuvvet var mı?
Ya öncü olsun diye oraya giden, sırtı sıvazlanarak yollananlar? Onlar içlerindeki ‘yolculuğu’ tamamlayabildi mi? Bir limana demir atabildi mi? Yoksa akılları terk ettikleri limanlarda mı?
Bitmeyen bir göç mevsimi bu...
Bazen, köyünden çıkmayan çobana, doğdukları yerde ölenlere gıpta ettiren bir sağanak getiriyor. Bazen kaçıp uzaklara gidenlerin imrendiğimiz kokularını getiren rüzgarlar estiriyor.
Huzurlu liman ummak Godot’yu beklemek demek.
En güzeli, “Dünya cennet değil, olmayacak da” diyen bilgeye teslim olmak. Yolculuğu kendi içinde yapıp anın tadını çıkarmak. Mekana çok fazla önem atfedip enseyi karartmakla olmuyor.
Ama içimizdeki o sese kapılıp yeni limanların hayalini kurmaya da devam ediyoruz.
Bile bile lades diyoruz.
Çünkü biz tepeden tırnağa insanız.
3/8/2008
Реклама