Eğer o anı ıskalarsan...
Yan bankta ihtirastan nasipsiz, yelkenleri inmiş bir göz ucuyla takipteyim. 20 yıl evveline ışınlanmış haldeyim. Onların bakışları, şimdi yerinde yeller esen Cennet Bahçesi’ni, Beyazıt’taki Hukuk Fakültesi’nin mermer havunu, Ada’nın rüzgarını hatırlatıyor bana. Ve birşeyleri, birilerini daha... Öpüşüyorlar. ıki adım yanlarında bedenim titriyor. Ruslar, “Öyle tutkulu sevişmelisiniz ki, yandaki komşu orgazm sigarası yakmalı” diyor; öylesine aklıma geliyor.
Bir ara kız banka uzanıyor, başını oğlanın dizine koyuyor ve birkaç dakika uyuyor sanki. Sobanın yanındaki kedi gibi. Oğlan da gözlerini kapatıyor. Kundera’nın lafı aklma geliyor: “Aşk dediğin sevişme tutkusunda değil, uykuyu paylaşma arzusunda gösterir kendini”. Sonra delikanlı, “Hadi gidelim” diyor, “Geç kalıyoruz”. Kız isteksiz. O anı sozsuza kadar uzatmak ister gibi. Hala oğlanın uzun saçları avuçlarında. Bir daha tutkuyla dudakları birleşiyor.
Oğlan yeniden “Hadi” diyor. Ben kendimi zor tutuyorum. “Dallamalık etme. Hayatında hiçbir an bundan daha güzel, daha anlamlı ve daha gerçek olmayacak. Keyfini çıkar, kalkma” diyesim geliyor.
Beni duymuyorlar. Ayaklanıyorlar. Bankın köşesinde yığılmış kitapları ve rüzgarda dağılmış fotokopi kağıtlarını desteliyorlar. Bizim Hukuk Fakültesi ders notları için Süleymaniye fotokopicilerini kalkındırdığımız yıllar ensemden bakıyor. Güzeller güzeli bir hatun kişi, derslerden başını kaldırmaz, başka hiçbir şeye zaman bırakmaz ve eleştiren olursa, “Herşeyin zamanı var. Önce dersler, okul. Sonra zamanı geldiğinde aşka da, eğlenceye de zaman olacak nasılsa” der ve kendisi de inanmış görünürdü. şimdi hangi kayıp delhizde kayboldu, hayatında hiç hesapsız aşkın tutkusuyla öpüştü mü, bilmiyorum.
Anayasa Hukuku profesörümüz Erdoğan Teziç, baharın pencerelerden anfiye hücum ettiği, ama final korkusundan pürdikkat ders dinlediğimiz bir gün kürsüden bizi uzun uzun süzmüş ve demişti ki: “Siz nasıl gençsiniz? Dışarıda bahar çağırıyor, siz burada pinekliyorsunuz. Takın kolunuza sevgilinizi, çıkın kırlara, keyfinize bakın.”
O yıllarda çıraklığını yaptığım Cumhuriyet’in haber profesörü Yalçın Bayer de işle üniversiteyi bir arada yürütmekten harap düşen biz yeni yetmelere derdi ki: “Benden sakın hastayım, yorgunum, işim var diye izin istemeyin. Bir tek mazereti kabul ederim; bir kızla randevunuz varsa!”
Kızla oğlan birbirlerine sokulmaktan tek bir beden olmuş halde ana binaya doğru yürüyor. Akağaçlar yılun iki yanında selam durmuş. Stalin’in Alman savaş esirlerine yaptırttığı binanın devasa kapısı, içine gireni yutan bir fırın ağzı gibi duruyor az ileride.
Anı ıskalamanın katmerlenecek pişmanlıklarını tahayyül ediyorum. Ertelenerek geçen hayatları düşünüyorum. Ne aşkı, ne hayatı ıskalamadan yaşamaya fırsat bulamayanları, kendi çarmıhını sırtında taşıyıp ağlayanları. Sürekli banka hesaplarına, hiçbir işlerine yaramayacak yeni sıfırlar ekleyenleri. Marquez’in zengin bir kahramanının sözlerini: “Ben çok fazla parası olan yoksul bir adamım...”
29.6.2008
Реклама