ısmail Boy bam teline bastı: Türkiye-Rusya benzerlikleri, farklılıkları...
Benzerlik ve farklılıklarımız...
Klasik söylemdir: “Rusya Moskova demek degildir.” Aynen ıstanbul’un Türkiye demek olmadığı gibi. Rusya’yı çok dolaşanlar bilir. Moskova’dan uzaklaştıkça karşılaşılan bazı manzaralar, Türkiyemizin ıstanbul’dan uzak noktalarına çok benzer.
Yaşam koşullarının Moskova ve ıstanbul’la kıyaslanamayacak kadar ucuz oluşundan tutun da yörelerde yaşayan orta yaş üstü insanlarının mütevaziliği ve misafirperverliklerine kadar pek çok konuda benziyoruz birbirimize.
Bu insanları anlamanın yolu elbette onların içine girip onlarla yaşamayı gerektirir.
Sofrasındaki son lokmayı misafiri ile paylaşan Anadolumun güzel insanı gibidir, evindeki ekmeği ve tuzu gelen misafire sunan Rus köylüsü.
Hani biraz abartı olacak ama Rusya’nın bazı köylerindeki kadınları bile bizim analarımız gibi başlarını bağlıyor diyeceğim neredeyse.
Elbette her iki toplumun da kendine göre o meşhur “köylü kurnazlığı”na büründükleri zamanlar oluyor ama yabancılara hala “korku” ile “saygı” karışımı bir çekingenlikle yaklaşıyorlar.
Bu benzerliklerin yanı sıra pek çok da benzemez taraflarımız var.
En başta, kültür ve sanat anlayışımız farklıdır.
Biz okumuyoruz, onlar okuyor.
Biz tiyatro-bale-opera sevmeyiz, onlar sever.
Müzik anlayışlarımız da çok farklıdır.
Bakın size sanat ile ilgili her iki ülke insanını karşılaştıran küçük birer anekdot anlatayım.
ıdil Biret yıllar önce Rus televizyonlarında da yayınlanacak bir konser vermek üzere Moskova’ya gelmiş. Konserin ertesi günü şehri dolaşmak üzere yanına aldığı bir Türk ile metrolardan birine girip etrafı hayranlıkla seyrederken yaşlı bir babuşka, hani o yürüyen merdivenlerin dibindeki kulübede oturan babuşkalar var ya onlardan biri ıdil Hanımın yanına yaklaşmış ve usulca sormuş:
-“Siz dün gece televizyonda seyrettiğimiz Türk sanatçısı mısınız?”
ıdil Hanım tercumanı aracılığı ile onaylamış.
-“Çaykovski’nin eserlerini yorumlamanıza hayran kaldım, çok güzel çaldınız tebrik ve teşekkür ederim” demiş.
şaşırma sırası bizim ıdil Biret’e gelmiş:
-“Yani ben yıllardır kendi memleketimde bir sürü konserler veririm ama bugüne kadar hiç kimse sokakta beni tanıyıp yanıma gelip konuşmadı ama burada bir kere çaldım insanlar tanıdılar” demişti...
Gelelim memleketimin sanat anlayışına...
Yaklaşık dört yıl önce 2. Kars Kent Kurultayı ve Kafkas Kültürleri Festivaline katılmıştım.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın desteğiyle uluslararası bir kimlik kazanan festival için Kars, Çek Cumhuriyeti, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’dan gelenlerin yanı sıra Türkiye’den de Borusan ıstanbul Filarmoni Orkestrası, Devlet Opera ve Balesi’ katılacaktı.
Borusan Filarmoni Festivalin’nin son gününde açık havada ve Ani harabeleri Büyük Katedrali’nin önündeki o muhteşem görüntülerin arasında bir konser verilecekti.
Konser açık havada düzenlendiği için Ani köyunden de kadın erkek, çoluk çocuk bir sürü köylü hemşerilerim de bu konseri izlemeye gelmişlerdi.
Konserde, şef Gürer Aykal yönetimindeki orkestra, Muammer Sun, Ferit Tüzün, Bülent Tarcan gibi önemli Türk bestecilerinin yanı sıra Çaykovski, Brahms, Sibelius, Mozart ve Beethoven’in eserlerini de seslendirecekti.
Gürer Aykut hoca karsışında allı yeşilli sarılı kıyafetleriyle yaşlısı, genci, kadını, erkeği ile bir sürü köylüyü de görünce, icra edeceği eserleri önce tanıtıp sonra da o eserlerle ilgili enteresan bazı hikayeler anlatarak gelen köylülerimizin ilgisini çekmeğe çalışıyordu.
Oturduğum iskemlenin hemen arkasında orta yaşlı bir köylü kadını vardı.
Konser bitince ona doğru dönüp,
-“Teyze can nasıl buldun konseri? Beğendin mi?” diye sordum.
Teyzem başına sardığı tülbentin bir ucunu ağzına sıkıştırarak yüzünü benden saklamaya çalışarak ve de başını, hafifçe eğerek gülümsedi.
-“Valla ne deyim, eyi işte, ama bir de sanatçı koysalardı daha eyi olurdu...
Teyzeme göre sahnede çalan 40 kişi sanatçı değildi....
ışte her iki ülke insanının sanatta en benzemez taraflarından biri....
5.2.2008
Реклама