İsmail Boy yazdı: "Anna Karenina ve erkekler"
İsmail Boy'un yazısı: Romanını iki kez okumuştum. İlk okuduğumda lise yıllarındaydım ve her genç gibi ben de o dönemlerde aşk romanlarına merak sarmıştım. Tolstoy’u hiç tanımıyordum, Anna Karenina romanı benim için benzeri aşk hikayelerini anlatan romanlardan farklı değildi; aynen o zamanlar okuduğum Gothe’nin “Genç Warther’in Acıları” ve ya Honore De Balzac’in “Vadideki Zambak” gibi direkt kalbe hitap eden aşk dolu romantik hikayelerden ibaretti.
1988 yılından itibaren Rus insanını biraz daha yakından tanımaya başlayınca birçok Rus klasiklerinin arasında bu romanı da ikinci kez okudum, ama bu kez Anna Karenina ile Kont Vronsky arasindaki ilişkiye basit bir aşk hikayesi olarak bakamadim. Rus insanının karakterini anlamaya çalişan, özellikle de bir Rus kadınının, sosyal konumu ne olursa olsun, aşık oldupunda nasil irrasyonel davranışlar sergileyebileceğini anlamaya çalışan biri olarak, okumuş ve de çok etkilenmistim.
Filmini de iki ayri dönemde izledim. İlki 1997 yilinda çekilmisti, Bernard Rosenin yonetimindeki filmde Sophie Marceau ile Sean Bean başrol oynuyordu.
Marceau’nun masum güzelligi ile Bean’in dünyayi umursamaz tavırları filme ayri bir özellik katıyordu. Şiirsel bir anlatimla çekilmis başarili bir aşk filmiydi.
Geçtigimiz yılın son günü yeniden vizyona giren Anna Karanina’nın yeni versiyonu film bütün Rusofiller gibi benim de anında sinemaya koşmama neden oldu.
Film teyatral ögelerin ağırlıkta olduğu bir teknikle çekilmişti. Aslında eser 1998 yilinda Moskova Drama tiyatrosunda sahneye kondugunda cok fazla ses getirmemisti ama filmde kendimi bir anda ‘Bolshoy Tiyatro”sunun muhteşem salonunda zannettim. Dekorun ve müzigin zenginliginde sanki Kuğu Gölü, Giselle, Evgeny Onegin, Anyuta. Korkinc Ivan veya Romeo Julyet oyunlari yasatiliyordu. Oyuncularin kiyafetleri Nikolay Rimsky-Kosakovun “Binbir Gece Masallari’ ya da “Carin Gelini” operasinin ürünleri gibi rengarenk duruyordu. Filmdeki kadin oyuncularin taşıdikları mücevherler ise St Petersburg’da bir Hermitaj ihtişami ile Rus kadınının güzelliklerini sergiliyordu.
Filme gelince: Anna Kareninayi canlandiran güzel aktris Keira Knightley tipik bir Rus kadini irrasyonalitesi ile aşık olduğunda gözü hiçbirseyi görmez, ona göre aşık olan insan, ya ısdırap ya da mutluluk içinde olmalidir. Bu ikisinin ortasi yoktur, aynen Rus insaninin hayati gibi “ya hep, ya hic”…
Sevince herseyden vazgecilir ama asktan asla…. Ask bir nefestir, ask bitince nefes de bitmelidir. Yazar Tolstoy burada sanki kendi olumunu de onceden hissetmis gibi roman kahramaninin yasamini da bir tren istasyonunda bitirir. Aradaki fark sadece Tolstoy kucuk bir tren istasyonunda eceliyle olurken Anna Karenina askini (yasam nedenini) kaybetigi icin St Petersburg garinda kendisini trenin altina atarak yasamina son veriyor.
Rus erkegine gelince; Anna’nin kocasi rolundeki Jude Law siyasetle mesgul olan ve kadina degil ama aileye ve toplumsal degerlere onem veren eski komunist erkeklerini animsatirken, Kont Vronsky rolundeki yakisikli aktor Aaron Johnston tipik bir Rus aristokrat ailesinin cocugu ve imparatorluk Beyaz ordu subayi olarak gunumuz yeni zengin Ruslarin simarik cocuklarini temsil ediyor gibiydi.
Aşık olmanin hayatta bir risk almak olduğunu bilen ve alinan riskin derecesi ile sevginin büyüklüğünü göstermesi gereken Rus erkeği bu aşkta maalesef sinifta kalmıştır.
Rus edebiyat tarihinde M.Y.Lermantov veya A.S.Puşkin gibi. aşklarini ispat edebilmek icin bir kadin uğruna duelloyu bile göze alabilmiş olan erkekler de vardir, bu erkekler hep kadınların olumsuz ask kahramanlari olarak kalmışlardır. Şimdiki erkeklerde benzeri romantizmin olmamasi, erkekler üzerlerine asla sökülüp atilmayacak bir “Bencil” sifatini yapışmasına ve Rus kadınının hakli olarak “Fse Muchini Adinokovo” –Butun Erkekler Aynidir- demesine neden olmuştur..
Реклама