Nostaljik yazılar: Nina'nın elleri
Murat GÜLMEZOĞLU'nun (*) Nisan 1994'den bir yazısı: Uyuyamıyorum, dışarıda mehtap, kardan bembeyaz olmuş Moskova'da köpeklerini gezdirenler. Düşünüyorum; Luba iki çocuk anası, büyük kızı evli, küçüğü ise daha ilk okulda. Dört kişi bir evde yaşıyorlar. Problem Luba'nın ayrıldığı kocası, aynı evde m2 hakkı var, onun parasını ister yıllardır.
Yeni çıkan bir kanunla her evde yaşayanlar müştereken mülkiyetin sahibi olup evi satabilirler, alınan parayla daha ufak müstakil daireler satın alabilirler. Luba satar evi, verir parayı eski kocasına bu dertten kurtulur. Şansı yaver gider dört kişi için yeni bir daire bulur. Noter, avukat, tapu, emlakçı huzurunda satış yapılır. Anahtar ellerinde eve gittiklerinde polis gelip evin onlara ait olmadığını eve girdikleri takdirde tutuklanacaklarını söyler. Evin sahibi başka bir kimsedir. Kaybettiği pasaportuna başka biri resmini yapıştırarak evi satmıştır. Polis avukat, adalet v.s.... Aranıyor, bulursak yakalarız... Üniversitede Prof. olan Luba'nın maaşı ile bir daire alması icin en aşağı yüzotuzsekiz sene maaşını biriktirmesi lazım, yemeden içmeden. Dokuz aylık maaşı ile ancak bir ay kira ödeyebiliyor ufak bir daireye. Hergün artan enflasyonla bunlar da yetersiz olabilir yakında.
Bunun gibi yüzlerce hadise yaşanıyor bugünkü Rusya'da ve adalet görevini yapıyor pek tabii. Geçenlerde Luba'ya bir celp gelir. Dosya araştırılmış kendisinin suçlu oldugu zannı belirtilmiştir. Her nekadar sahtekarlıkla devlet memurları huzurunda parayı çalıp giden bulunamıyorsa da Luba'nın bu satışı döviz ile yaptığı zannıyla mahkemeye verilmesine karar verilmiştir.
La Fontaine'nin şiirleri içinde aklımdan hiç çıkaramadığım bir tanesi vardır. Kırk sene önce ezberlediğim bu şahane şiir halen hafızamda taptaze. Hikaye vebaya tutulmuş hayvanları anlatır. Rivayet bu ya bir zamanlar bir hastalık sarar bütun hayvanları hiçbirinde ne güç kalır ne sevgi, kurt avlanamaz, kumrular sevişemez...
... Aslan bütün hayvanları toplayıp bunun tanrıların bir cezası olduğunu ve sebebinin de birinin işlediği suç olduğunu açıklar. Herkes suçunu açıklayacak ve suçlu bulunup bu beladan kurtulunacaktır. Anlatır herkes birşeyler, haksız yenen hayvanlar, öldürülen yavrular, kaplan, panter, gergedan, ... hepsinden birşeyler.
Kenarda sessiz durur eşek sığınarak adalete o da karışır lafa... "çok aç olduğum bir gün bir bahçeden geçerken bir avuç ot yedim, yeminle çok açtım..."
Daha bitmeden lafı bütün heyet ayağa kalkar.
Başkasının otundan bir avuç almak. İşte belaların tek sebebi, af edilemez suç...
"La Fontaine ekler şiirinin sonuna:
"... Güçlü iseniz ak, sefilseniz kara çıkarır sizi mahkemeler..."
O zaman La Fontaine bu şiirinden dolayı hapse atıldı mı bilemem. Bildiğim bu şiir bütün orta okullarda okutulur, onsekizinci asırdan beri.
TV'de Arena programını seyrediyordum geçenlerde. Türkiye'de milyarlarca lira vergi borcunu ödemeyenleri gösteriyordu, bir gecede milyonlarca liranın yendiği lüks lokantalarda sevgilileri ile beraber. Aynı programın sonunda babadan kalma kırık dökük bir buzdolabını vergi dairesine bildirmediği için, herhalde bilmediğinden olacak, hapis yatan bir köylü vatandaşımızı gösterdi. Kanunu bilmemek mazeret sayılmazdı, köylünün yatmasını anlıyorum da, diğerlerini anlayamıyorum. Acaba La Fontaine doğru mu söylüyordu. İnanmak istemiyorum.
İstanbul'da dört kere gecekondu affı olduğuna ve bundan fakirlerin değil çok zenginlerin faydalandığına ve birkaç oy almak için de bunun tekrarlanacağına inanmak istemiyorum.
Bile bile bazı şahsi menfaatleri için bir sürü kimsenin Elmalı Bendi'ne zehirli sular akıttığını ve Kadıköy yakasına kışın ortasında bile su verilemediğine inanmak istemiyorum.
Yollarda son model koca arabaların çoğaldığı dünyanın en büyük petrol üreticisi Rusya'nın başkenti Moskova'da tıklım tıklım dolu otobüslerin buz tutmuş camlarına bakarken yakıt yokluğundan önceden ısıtılamadıklarına, 5 kopekten 10.000 kopeğe çıkarılan metroya tasarruf maksadıyla hava verilememesine inanmak istemiyorum.
"… Ölüm bir avuç işe yaramaz otu aç iken yiyen eşeklere, yaşasın zevk için dahi olsa yavru geyikleri öldüren panterlere…"
Demek istemiyorum.
Fakat o kadar çok buna benzer hadise var ki, yine de inanmak istemiyorum.
Onların hepsi hayal olsun diyorum içimden. Doğru değil bunlar diye haykırmayı arzuluyor kalbim. Ve hakikate yönelmek istiyorum aniden. Hakikat olan Nina'nın elleri.
Şimdi Nina'nın ellerini düşünüyorum. Novodevich manastırının yanındaki göldeyiz... Kuğular yüzüyor ağaçların çiçek dolu dallarını saldığı suda. Tutcef'in şiirlerini okuyor Nina, piyano çalarcasına elleri... Lirik şiirin melodisine kapılıp bale adımlarıyla koşuyor yeşilliğin üstünde, ayak uçlarına kalkıp dönüyor ahenkle gökyüzüne uçacak sanıyorum bir hamlede.
Bense, karım, kocası, adalet ve bütün facialarını düşünüyorum insanlığın...
Aniden duruyor bana bakıyor gülerek. Kısacık sarı saçlarında bir papatya, masmavi gözlerinde bir ışık.
"Tutcef'in hayat felsefesi her anı değerlendirerek yaşamaktı..." diyor.
Elleri ellerimde, sevgi dolu ekliyor, "… Çarlık Rusya'sının meşhur yazar ve diplomatı olan Tutcef ilk karısından ayrıldıktan sonra tayin edildiği Almanya'da Klemantin adlı bir kadınla evlenmişti. Ellisinde yurda döndüğünde başka genç bir kadına aşık olur. Boşanamazsa da karısından iki çocuğu olur sevgilisinden onüç yıllık aşkın meyvesi... Rusya'da çok sevilen Tutcef'in hayatı da böyle."
Yanıma iyice sokulup soruyor;
"Toplumun düşüncesini mi yoksa mutlu bir yaşamı mı tercih edersin?"
"Seni" diyorum, gülüyoruz.
Boynuma sarılıp sürüklüyor beni güzel tabiatın içine. Sonra durup bakarak gözlerime sevgi ile anlatıyor mahalli kanunları…
"…Rusya'da sizdeki gibi zina davası yoktur, herkes kendi halleder problemini, ister ayrılır, isterse devam eder hayat..."
İnanmak istiyorum fakat aklımda aynı nakarat, ya karım çakarsa, ya kocası yakalarsa…
Sonra her şeyi unutup uçuyorum Nina ile göklere…
Bulutlar örtüyor mehtabı, herkes çoktan uyudu, grileşiyor beyazlık.
Aklımda sadece Nina'nın elleri.
Uyuyacağım.
Nisan 1994
**
Murat Gülmezoğlu, 1980'lerin sonundan itibaren Rusya'daki Türk toplumuna damgasını vuran sembol isimleren biriydi. Uzun süre Enka'nın Moskova temsilciliğini yapan, Rusya'da yaşayan Türklerin duayeni ve "abi"si Murat Gülmezoğlu, ekim 2019'da, 83 yaşında hayata veda etti. Çoğumuzun güzel Rusya anılarında unutulmaz yeri olan Gülmezoğlu'nun, yıllar önce TürkRus.Com'da yayınlanmış yazılarından birini sizinle paylaşmak ve onu bir kez daha sevgiyle anmak istedik.
Gazeteci yazar Cenk Başlamış, Gülmezoğlu'nu bir yazısında şöyle anlatmıştı:
"Gülmezoğlu'nun "hayatı roman" demek onun 71 yıla sığdırdıklarını hafife almak olur. Anneannesi Anastasiya, 1917 Devrimi'nden Fransa'ya kaçmış bir Rus. Annesi Katya, anneannesinin Yunan asıllı bir Fransız'la yaptığı evlilikten. Dedesi 1923 yılında demiryolu mühendisi olarak ailesiyle Türkiye'ye gelmiş. Babası Atatürk'ün fotoğrafçılarından.1935 yılında Moda'da doğan Gülmezoğlu buradaki özel Assomsionist yuvaya gitmiş, Fransızca, Latince ve Yunanca öğrenmiş, sonra St. Joseph'in yolunu tutmuş. Hirram Abbas ve Gökşin Sipahioğlu okul arkadaşları.1954 yılında Sorbonne'a gitmiş, dönüşünde Güzel Sanatlar Akademisi'ne girerek mimarlık eğitimi almış. Macar, ABD'li,Türk ve Fransız toplam dört eşi olmuş, ancak hepsinden boşanmış. Paris'te ve New York'ta ünlü mimarlarla çalışmış.
1968 yılında Enka'ya giren Gülmezoğlu Libya ve Suudi Arabistan'dan sonra 1988'de Moskova'nın yolunu tutmuş. Gülmezoğlu, Milliyet'le söyleşinde, Türk inşaatçıların Rusya'daki en büyük başarısı olarak Kremlin yakınındaki Petrovskiy Pasajı'nı gösteriyor. 100 yıllık pasajın aslına uygun onarılması diğer işlerin yolunu açmış. Gülmezoğlu, "Bizim için önemli olan aldığımız işi, zarar bile etsek söz verdiğimiz tarihte bitirmek" diyor.
Gülmezoğlu,Türk işçilerini ünlü Bolşoy Tiyatrosu'nun önünde kız arkadaşlarını ellerinde çiçekle beklerken gördüğü anı unutamadığını söylüyor. "İşçilerimiz Arabistan'da da çalıştı ama kimse Arapça öğrenmedi. Oysa burada yarısı Rusça konuşuyor, konsere,müzeye gidiyor" diyor."
24.2.2021
Реклама