Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
YAZARLAR

Ne güzel komşumuzdun sen...

KAAN AKOBA'nın kaleminden: Güneşin mesaisini erkenden bitirip de artık yavaş yavaş elini eteğini Başkent'in üzerinden çekmeye başladığı kış günlerinden biriydi. Kimi Moskovalılar trafikte tampon tampona yol alan araçların içinde sıkışıp kaldıkları saatleri, adına yaşam denen 'kısacık' zaman dilimi sanki hiç bitmeyecekmiş gibi cömertçe bol keseden harcarlarken, otobüs duraklarında beklemekten yorgun düşmüş kimilerinin de gölgeleri birbirlerine karışarak uzuyordu.

Öte yandan şehrin, günlük hayatın insanı içine çeken girdabından her nasılsa uzak kalmayı becerebilmiş ve bir yerlere yetişmek kaygısı da taşımayan az sayıda iyimser sakini de, kendilerini boğan sıkıntılarından kurtulup birazcık da olsa ferahlayabilmek için, gri bulutların arasından bir anlığına da olsa fırsatını bulup belki o gün bir kez daha sızıverir umuduyla, güneş ışıklarının yolunu gözlüyorlardı.

İşte o geldi mi bir türlü gitmek bilmeyen ve insanın kendini kapkaranlık dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi hissetmesine neden olan kışlarından birinde, ben de Moskovalıların kaderine ortak olmuştum.

Kapıyı açıp da, daha sadece bir kaç gün önce Baumanskaya metro istasyonunun yakınlarında kiraladığım daireye girdiğimde, içeriden süzülüp gelen ışık hemen dikkatimi çekmişti.

Meraklanıp hızlı adımlarla salona geçtiğimde; tavan lambasını yakmak yerine, ayaklı abajurun ışığını açarak kendisine gölge oyunları ile daha da haşmetli bir görünüm vermeyi amaçlayan ev sahibini, salonun köşesindeki deri koltuğa gömülmüş oturur görünce, merakım bu kez de şaşkınlığa dönüşmüştü.

''Daire bana ait olduğuna göre, burada neler olup bittiğini bilmek de herhalde en doğal hakkım olsa gerek öyle değil mi?''

Daha çocukluğumda öğrendiğim yalın bir gerçektir; soruya soruyla karşılık veriliyorsa orada mutlaka bir 'sıkıntı var' ya da henüz yoksa bile eli kulağında demektir.

O da aslında tam olarak bunu yapmış; bana sıkıntısını belli edip bulunduğumuz mekanın kendisine ait olduğunu hatırlatırken, sorumu da 'haddimi bildiren' başka bir soru ile yanıtlamıştı.

Ne var ki benim de kolay kolay vazgeçmeye, geri adım atmaya niyetim yoktu. Madem başlamıştık o zaman oyunu kurallarına göre oynayacaktık. 

Kendisine yönelteceğim yeni bir soruyla, o anda orada bulunmasının sebebini bana açıklamak zorunda bırakmaya çalışmıştım,

''Afedersiniz ama siz burada ne yapıyorsunuz? Sözleşme imzaladığımız gün kiranızı nakit olarak ödemedim mi? Üstelik dahası, üç aylık kirayı da tam da istediğiniz gibi peşin almıştınız.''

Bana mutlaka bir açıklama yapmasını gerektirecek soruyu sormaya hazırlandığım sırada yüzüne yerleştirdiği pişkin ifadesi ve beden dilinden de kolaylıkla anlaşılabilen rahatlığı, doğrusu sinirlerimi bozmaya başlamıştı bile.

''Peki o halde şimdi lütfen söyler misiniz, ben evde yokken kapıyı açıp içeri girmeniz için ne gibi bir 'geçerli sebebiniz' varmış?''

Aslında doğrusunu söylemek gerekirse, beni özellikle de bu konuda birçok kişi  daha önceden defalarca uyarmış ve,

''Moskova'da uzun süreliğine yaşamak için bir daire kiralar kiralamaz ilk işiniz çilingir bulup kilidini değiştirmek olsun yoksa başınıza bin bir türlü şey gelebilir.

Sırf kendisinden sonraki kiracıların eşyalarını çalabilmek için bile paraya kıyıp, günübirlik ev kiralayanlar var bu şehirde''

demişlerdi ancak, bütün anlatılanlar sanki bir kulağımdan girip diğerinden çıkmış ve yeni daireye taşınmama karşın,

''Aman boşver canım, nasılsa bana birşeycikler olmaz''ın bünyeyi rahatlatan yalancı büyüsüne kapılıp, kilidi değiştirmeyi 'sallamıştım'.

Peşin peşin ödediğim kiraları cebine indirirken yüzünün neredeyse en uç noktalarına kadar yayılmış gülümsemesi yerini çoktan,

''Bir kelime daha eder de canımı sıkarsan hemen polisi çağırırım'' şeklinde anlamlandırdığım tehditkar ifadesine bırakan ev sahibi, orada yani kendi evinde ne işi olduğunu sormamla birlikte daha bir celallenmiş ve soruma soru ile karşılık vererek beni, atak yaparken hiç beklemediği bir anda yediği kontratakla kalesinde golü gören takımın oyuncusu durumuna düşürmüştü,

''Daire bana ait olduğuna göre, burada neler olup bittiğini bilmek de herhalde en doğal hakkım olsa gerek öyle değil mi?''


Adamın karşısında bir süre 'dut yemiş bülbül' kıvamında, tek kelime bile edemeden kalıvermiştim.

Nasıl bir 'bahane' bulup da daireye girmiş olabileceğine dair aklıma en ufak bir sebep dahi gelmiyordu. Daireye taşınmamın üzerinden daha o kadar az bir zaman geçmişti ki, özellikle istemiş olsam bile canını sıkabilecek bir şey yapmama olanak yoktu.

Neden azarlandığını bile bilmeden, başı önünde kendisine verilecek cezayı kaderine razı bekleyen çocuk sessizliğimin tek nedeni ise, 'registrasyon' denen; yabancıların elini kolunu bağlayıp, boynunu büken, ev sahiplerinin lütfedip de kiracılarının 'ellerinden tutup' polis merkezlerine gitmeleri ve ''İşte bu kişi benim evimde oturuyor'' demesi anlamına gelen prosedürün, ne menem bir şey olduğunu az çok bilmemdi.

İşte Rusya'nın misafirlerini her maça bir sıfır geriden başlatan, ev sahiplerinin de burunlarından kıl aldırmamalarının kaynağı, 'parası ile rezil olma durumu'nun müsebbibi, hep bu registrasyon belası idi.

Ev sahibi de tüm bunların farkında olduğundan ve gardımın da düşmesini fırsat bilerek, özellikle de bizim 'düşene vurulmaz' sözümüzü yalanlarcasına 'vurmaya' devam ediyor, kendisi için en azından göstermelik bile olsa artık saygı duymasını gerektirecek birisi olmaktan çıktığımı da her haliyle belli ediyordu.

Sen bana, ''Akşama kadar işte olur, sonra da eve gelir yatar uyurum'' demiştin ama daha ilk günden evimi depoya çevirmişsin...

Artık her şeyi anlamıştım. Moskova'daki yüzlerce benzeri gibi kiraların 'uçtuğu' bir alışveriş merkezinde bulabildiğim avuç içi kadar dükkana sığmayan malları bir kaç karton kutuya doldurup eve getirmiş ve bir köşeye yerleştirmiştim.

Bu 'taşınma' sırasında o gün apartmana girerken, sürekli olarak oynayan ve hatta bir kaç kere de belli belirsiz aralanan giriş katındaki dairenin perdesinin arkasındaki 'gizemli şahıs' da, olan biteni görüp bizi evsahibine ispiyonlamış olmalıydı.

Pazarlıkla çok da zaman kaybetmeden, daireyi aynı zamanda depo olarak da kullanmamdan dolayı(!) hatırı sayılır bir kira artışını koparıp gitmeyi arzuladığı gözlerinden kolayca anlaşılmasına rağmen, o yine de gücünün altını çizmek istercesine, seçtiği sözcüklerle dişlerini göstermeye devam ediyordu.

''Sanırım okumuşsundur ama yine de bir kez daha belirtmekte bir sakınca görmüyorum; dairenin kilidini ev sahibinin yazılı onayı olmadan değiştirmen, sözleşmede de yazdığı gibi kesinlikle yasaktır. Enazından bu konuda bir sıkıntı yaşamayacağımızı umut ediyorum...''

O zamanlar daha henüz, karısı kendisini sarhoş halde eve almadığı için gecenin bir yarısında, bana kiraladığı daireye gelip de ''Sen zahmet etme ben bir köşede yatar uyur, sabah da seni rahatsız etmeden erkenden işe giderim'' diye içeri girmeye çalışan ev sahipleri ile tanışmadığımdan, içine düştüğüm bu acıklı durum, dairelerini yabancılara kiraya veren Moskovalılar ile yaşadığım ilk deneyimimdi.

On yaşına kadar çocukluğum İzmit'te geçti. Şehrin merkezi sayılabilecek bir yerindeki üç katlı kanarya sarısı bir 'apartman'ın en üst katında annem, babam, anneannem ve dedemle birlikte yaşardık.

Önceleri beş kişi olan ailemize daha sonraları, çalışmak üzere İstanbul'un o zamanki mesafelere göre uzak bir köyünden İzmit'e gelen dayım da katıldı. Okulların başlamasına az bir zaman kala, köyde lise yok diye dayımın büyük oğlu, ardından da onun bir ufağı derken, biz evde kimi zamanlar 8-9 kişi oluyorduk.

Rahmetli kocasından kendisine kalan apartmanın en alt katında ev sahibi Fatma hanım teyze, yetişkin oğulları ile yaşardı ve bize de hiç bir zaman ''İyi de ben size evi beş kişisiniz diye vermiştim, şimdi ise neredeyse iki katına çıktınız, o zaman şu kiraya da artık biraz zam yapın bakalım'' dememişti. 

Yaşlı başlı, güngörmüş, herkesin Fatma hanım teyze'si, henüz ilkokula başlama çağımın bile uzağında olduğum o ilk günlerde benim için 'Panpanım teyze' idi. Bizimkilerin sonradan anlattıklarına göre, dilim bir türlü dönmediği için Fatma hanım yerine nedense hep Panpanım dermişim.

İzmit'in meşhur 'Saray Bahçesi'ne açılan sokaklarından birinde,  daha henüz 70'li yılların başında olmanın da huzuru içerisinde aklımda kalanlar, o günlerin komşuluk ilişkilerinin çok samimi bir şekilde yaşandığıydı. Annem, öğretmenlik yaptığı okula gitmeden ailecek beraberce kahvaltıya oturmamıza ve evin gün boyu yegane sorumlusu olan anneannemin de tek torunu her istediğinde bir şeyler hazırlamasına rağmen, ben yine de giriş katındaki Panpanım teyzeye inip, ondan ekmeğe tereyağı sürüp üzerine de şeker dökmesini isterdim.

Bu arada hem annem hem de anneannem bu durumun farkına varıp, ''Allahtan Fatma Hanım yabancı değil, yoksa başkası olsa vallahi de billahi de çocuğu aç bırakıyorlar derdi'' diye kendi kendilerine söylenseler de benim, ev sahibimiz Panpanım teyzenin kendi elleriyle hazırladığı, bana baldan bile tatlı gelen toz şekerli ekmeklerini mideye indirmekten vazgeçmek gibi bir niyetim kesinlikle hiçbir zaman olmamıştı.

Genellemek ne kadar doğru olur bilemiyorum ama sanırım bir çok insan gibi benim de en tatlı anılarım çocukluk günlerime aittir.

Yaşarken farkına bile varamadığımız nice güzellikler, geçen yıllarla beraber tatlanır ve hiç tahmin bile edilemeyecek anlarda, insanın aklının ve yüreğinin derinliklerinden; bir kokuya, bir söze, görüntüye takılıp zaman tünelinden başlarını uzatarak, sanki bir anda canlanıverirler.

İnsanın içini hoş bir duygu kaplar, hafiflediğini duyumsar. Zaman ve mekan kavramı kaybolurken, o günlere bir an için dahi olsa geri dönmenin tadını çıkartmaya çalışır.

İşte zihnin bu oyunu, insanı alıp onlarca yıl öncesine götürür ve her şey sanki tekrardan yaşanıyormuşcasına birdenbire gözünün önüne geliverir.

Ev sahibemiz Panpanım teyze hemen yanımda duruyor ve fırından daha yeni çıkmış, dumanı üstünde tüten ekmeği önce dikkatlice kesip sonra da tereyağını özenle yedire yedire üstüne sürüyor. Şimdi işte o en keyifli ana yani toz şekerin tereyağlı ekmeğin üzerine serpilmesine sıra geliyor. Taze ekmeğin kokusu burnumda tütüyor ve ağzımın sulandığını hissediyorum.

Pampanım teyze başımı okşayarak gülümseyen gözleriyle ekmeğimi uzatıyor ancak, o bana ekmeği uzatırken bir yandan da benden gittikçe uzaklaşıyor ve sonunda da yok oluyor. 

Aynada aksime bakıyorum, Panpanım silindikçe ben büyüyorum ve bir an gelip de Panpanımın hayali tamamıyla yok olduğunda ise, ben de artık çocuk  yaşlarımdan kırklarıma geçtiğimi farkediyorum.

Dairenin camından dışarıya doğru bakıyorum. Lapa lapa yağan kar tanecikleri, sokak lambalarının silik ışıklarının öylesine aydınlattığı karşımızdaki karlarla kaplı parkın yüzeyine karışırken, birisinin yanıma yaklaştığını ve korkan gözlerle bana bakarak, ne olup bittiğini anlamaya çalıştığını hissediyorum.

Hareket edebilse belki kaçıp gidecek ama o da şimdi sanki donmuş gibi az ötemde duruyor. Panpanımdan biraz önce aldığım tereyağlı şekerli ekmeği, Moskova'daki dairenin sahibine doğru uzatıyorum,

''İster miydiniz?''

Gözlerinde, polisi mi yoksa akıl hastanesini mi arasam kararsızlığını görür gibi oluyorum. Kaçarcasına dairesini terkederken, ben de ertesi gün erkenden kutuları tekrardan dükkana taşıyıp kendime yeni bir 'Panpanım teyze' bulana kadar belki de uzun bir süre için ucuz bir otele yerleşmeye ve büyük usta Oktay Akbal'ın 'Önce ekmekler bozuldu' öyküsünü bir kez daha okumaya karar veriyorum.

Oktay Akbal, 1944 yılında daha henüz 21 yaşındayken yazmış, ''Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey...'' diye başlayan öyküsünü.

''Bizler okulu bitireli yıllar oluyor. Savaş en iyi yıllarımızı elimizden aldı, bizde en kutsal olan şeyleri yok etti. Sabah, akşam işimize gidiyor geliyoruz. Yüksek okula girenlerimiz de oldu. Onlar da gençlikten çıktılar. Hepimizi kötü düşünceler, çirkin duygular kapladı. Barış günlerinin insanları artık yok. Nice tanıdığım insanların şimdi hepsi bana yabancı geliyor. İyileri kötü, cömertleri haris, duyguluları katı yürekli oldular. Ah, o ekmeğin bozulması, insanların mayası muhakkak ki ekmektir.''

Ancak tüm bunlara rağmen İkinci Dünya Savaşı yıllarında bile umudunu hiç yitirmemiştir büyük yazar, 

''Bu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zararı yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor... Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.''

akoba66@yahoo.com

22.9.2013

Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
İLGİLİ HABERLER
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
ANKET
Yıl biterken Rusya'daki işlerinizi geçen yıla kıyasla nasıl değerlendiriyorsunuz?
©Copyright Turkrus.com - All Rights Reserved
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама