Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
GÜNDEM

Serdar Arıkan: "Suçu" Dostoyevski sevmek, "Cezası" yeniden çevirmek!

Serdar Arıkan, eşi Fatma Arıkan ile birlikte yıllardır Türkiye ile Rusya arasında "dil köprüsü" kuran emekçi isimlerden. Yorulmadan, "perdenin gerisinde" kültür hayatımız için değerli katkılar sunuyor... Üniversite yılları SSCB döneminde St. Petersburg'da geçen, o yıllardan bu güne hayatlarının her anı Rusça ile dolu olan Arıkan çifti, pek çok değerli eserin Türkçe çevirisine ortak imza attı. Bu kez Serdar Arıkan, Dostoyevski'nin başyapıtı "Suç ve Ceza"yı bir kez daha Türkçeye çevirmeyi göze aldı ve bu zorlu projeden alnının akıyla çıktı. İthaki Yayınları'ndan eserin satışa çıktığı şu günlerde Serdar Arıkan ile keyifli bir sohbet yaptık:

- Her değerin hızla tüketildiği, insanların sürekli “yeni bir şey” diye tutturduğu, hatta klasiklere dudak bükülen bir tuhaflıklar ve sığlıklar çağında, "Suç ve Ceza” gibi “klasiklerin klasiği” bir eseri bir kez daha Türkçeye çevirmek nereden aklına geldi? Seni buna iten saiklar nelerdi? -Neden “Suç ve Ceza”? En iyi yanıt “Neden olmasın?” olabilir ama biraz aklından, gönlünden geçenlerle ve süreci de hatırlayarak yanıtlar mısın?

Meslek olarak çevirmenliğe Leningrad Devlet Üniversitesi, Felsefe Fakültesi’nden mezun olup ülkeye döndüğüm 1989 yılı Ağustos ayında başladım diyebilirim. Eşim Fatma Arıkan ile birlikte kısa sürede bir çeviri bürosu kurduk ve oldukça uzun bir süre yazılı ve sözlü ticari-teknik çeviriler yaptık. 

Aynı zamanda 1990 yılından bugüne kadar bazen uzun aralar versem de konferans çevirmenliği yaptım. Sovyetler Birliği ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanları başta olmak üzere ve dönemin tüm önde gelen yöneticilerinin ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlarının katıldığı toplantı ve konferanslarda bazen de birebir ikili görüşmelerinde ardıl ve eşzamanlı olarak çeviri yaptım. 

Zaman zaman kitap çevirisi yapsam da bunlar hep akademik, tarihi, siyasi kitaplardı. Kazakistan Devlet Başkanı N.A.Nazarbayev’in ve merhum RF Başbakanı Y.M.Primakov’un bir çok kitabını Türkçeye çevirdim.

İlk edebi çevirim, daha doğrusu eşim Fatma ile birlikte yaptığımız ilk edebi çeviri ise İthaki Yayınlarının talebiyle ünlü Rus yazar Yevgeni Zamyatin’in kara bir gelecek kurguladığı ünlü eseri “Biz” oldu. Bu eser o güne kadar hep başka yabancı dillerden Türkçeye çevrilmişti. Biz ilk defa orijinal dilinden, Rusçadan çevirisini gerçekleştirdik. 2010 yılında yayınlanan bu ilk çevirimizde imla kuralları, anlatım bozuklukları vb. konularda bazı olumsuz eleştiriler almış olsak da gerek Yayınevi gerekse okurlar çeviriyi bütünüyle başarılı buldular. Eserin halen 7. baskısının yapılıyor olması da bunun somut bir göstergesi olsa gerek. 

Bu ilk edebi çeviriden bir sene sonra, 2011 yılında, on yıldır çalışmakta olduğum DEİK’ten emekli oldum. 12 Eylül darbesinden sonra yarım bırakarak ülkeden ayrılmak zorunda kaldığım İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 2000 yılında çıkan afla ayrılmış olduğum ikinci sınıfın sınavlarını vererek tekrar kayıt olmuş ve sonunda 2007 yılında mezun olmuştum. O dönemde çalışmakta olduğum için gerçekleştirememiş olduğum Avukatlık Stajını 2011 yılında emekli olur olmaz tamamladım. Böylece ardımda yarım bırakılmış bir şey kalmamış oldu ve ben de artık aslında her zaman esas mesleğim olarak düşündüğüm ve sevgiyle bağlı olduğum çeviri dünyasının benim için yeni bir alanına yani edebi çeviri alanına gönül rahatlığıyla girebildim.
 
2013 yılında İthaki Yayınları dünya klasikleri serisi için F.M. Dostoyevski’nin eserlerini çevirmemi teklif etti. Eşimle birlikte kabul ettik ve ilk iki kitabı, “Beyaz Geceler” ve “Yeraltından Notlar”ı birlikte çevirdik. Onlar da beğenildi, birkaç baskı yaptı. Ancak eşim Dostoyevski çevirilerine devam etmek istemediğini bildirince Dostoyevski’nin “Öteki” isimli eserini tek başıma çevirmek zorunda kaldım.
 
İşte tüm bu tecrübe birikimi ve genelde aldığım olumlu tepkiler beni çok sevdiğim, başucu eserlerimden birisi olan “Suç ve Ceza”yı çevirmeye cesaretlendirdi. 

- Yıllar sonra, yarım bıraktığın Hukuk Fakültesi’ne geri dönmek ve avukat olmak, bu süreçte yaşadıkların, çeviri için eser seçerken tercihini “Suç ve Ceza”dan yana koymanda etkili oldu mu?

“Suç ve Ceza”nın çeviri için tarafımdan tercih edilmesinde hukuk felsefesine yönelik ilgimin de ciddi bir payı olduğunu düşünüyorum. Zaten geç ve güç biten hukuk eğitimi ve 50 yaşından sonra baroya kayıt olunarak alınan avukat unvanı kişiyi hukukla pratikten çok teorik olarak ilgilenmeye itiyor. Zaten avukatlık pratiğim de halen bilgi ve görgümün geçmiş iş tecrübelerimden dolayı geniş olduğu şirketler ve ticaret hukuku alanında yoğunlaşıyor. Ceza hukuku ise ihtisas sahibi olmadığım ama teorik olarak yakından ilgilendiğim bir alan. 

- Defalarca çevrilmiş bir eseri bir kez daha çevirirken “nasıl bir farklılık” yarattığını düşünüyorsun? Nerede zorlandın? Ne kadar sürdü çeviri?

Yayınevi zaman konusunda beni sınırlamadığı için eserin çevirisini iki sene gibi hayli uzun bir zamana yaydım. Benden önce yapılmış çevirileri okumak, birbirleriyle karşılaştırmak imkânı buldum. Çeviri sürecinde de değerli üstat merhum Hasan Ali Ediz’in ve usta çevirmenler Mazlum Beyhan ve Ergin Altay’ın çevirilerine sürekli olarak göz attım. Zor bir paragrafı çevirdikten sonra dönüp bu üç çevirmenin çevirisine de baktığım, onların nasıl ifade ettiğini, ifadelerinin ne kadar başarılı olduğunu kendiminkiyle karşılaştırarak ölçmeye çalıştığım çok oldu. 
 
Ben “şimdilik” ilke olarak “aslına sadık” çeviriden yanayım. Can Yücel’in söylediği iddia edilen bir söz vardır bu konuda aklımda kaldığı şekliyle belirteyim:  “Çeviri kadına benzer, güzelse sadık değildir, sadıksa güzel değildir!” Ben güzel olmamayı göze alarak metnin aslına olabildiğince sadık kalmanın bana uyduğu düşüncesindeyim. “Şimdilik” sıfatını ise rast gele kullanmadım. Zira çevirmenlik serüveninin diyalektik bir öz taşıdığını ve çevirmenin süreç içinde görüşlerini, yaklaşımlarını değiştirebildiğini biliyorum. 

Kendi çevirimi karşılaştırmalı olarak yaptığım için, yukarda adı geçen üç çevirmenin basılı eserlerinde bulduğum basit yazım/basım hataları benim çevirimde bulunmuyor.
Yazım yanlışları var veya mesela bakıyorsunuz bir cümle hatta bazen bir paragraf atlanmış. Ben bunları kendi çevirimde düzeltiyorum elbette. Ama eminim benim çevirimde de belki farklı bir yerde ama benzer basit yazım/basım hataları olabilir. Yine de yaptığım karşılaştırmalı çevirinin daha az hatalı bir metin çıkarma konusunda beni başarılı kıldığını düşünmekteyim. 

Karşılaştırmalı çeviri sayesinde bazen bir çevirmenin bir kelimenin doğru anlamına ulaşamadığını gördüm. Örnek vereyim: 

Rusça metin: Я один случай знаю, как один ипохондрик, сорокалетний, не в состоянии будучи переносить ежедневных насмешек, за столом, восьмилетнего мальчишки, зарезал его! 

H.A. Ediz çevirisi: “Ben bir vaka biliyorum: Karasevdaya tutulmuş kırk yaşlarında bir adam, sekiz yaşında bir çocuğun sofra başındaki şakalarına dayanamayarak çocuğu boğazlamış.” 

Benim çevirim : “Her gün karşılaştığı alaylara dayanamayan kırk yaşlarında evhamlı bir adamın bir gün sofradaki takılmalarına dayanamayarak sekiz yaşındaki bir çocuğu kestiği bir vaka biliyorum!” 

Burada dil, üslup vb. farkları dışında H.A. Yücel’in rahatlıkla evhamlı olarak çevrilebilecek ипохондрик sözcüğünü her nedense yanlış anlam verecek şekilde “karasevdaya tutulmuş” olarak çevirdiğini görmekteyiz. 

Öte yandan biraz ilerde aynı kelime bir daha geçecek ve bu sefer H.A.Yücel farklı ve biraz daha doğru bir şekilde çevirecektir bu kelimeyi. 

Rusça metin: Полтора года я Родиона знаю: угрюм, мрачен, надменен и горд; в последнее время (а может, гораздо прежде) мнителен и ипохондрик. 

H.A.Ediz çevirisi: “Ben Rodya’yı bir buçuk yıldır tanıyorum. Somurtkan, kederli, gururlu, kendini beğenmiş bir hali var. Son zamanlarda (belki de epey zamandan beri) kuruntulu ve melânkolik bir insan oldu.” 

Benim çevirim: “Ben, Rodion’u bir buçuk yıldır tanıyorum. Somurtkan, karamsar, mağrur ve gururlu bir insan. Son dönemde ise (belki de çok daha önceleri) kuruntulu ve evhamlı birisi oldu.”

Sanırım bu örnek eğer yaratabilmişsem “farkılılığımın” ne olduğunu anlatmaktadır. Bunun dışında çeviri de beni en çok zorlayan F.M. Dostoyevski’nin upuzun, neredeyse hiç paragraflara bölmeden, blok şeklinde ve anlamsal olarak da psiko-sosyo-felsefi anlamda gayet yoğun olan metinlerini onun uslubunu bozmadan verebilmek oldu. 


Çok zorlamayan hatta eğlenceli bulduğum ama çok zamanımı alan ise dönemin giysileri, eşyaları vb. somut, tarihi nesnelerin doğru tarif ve tanımlarını yapabilmek için sözlük, ansiklopedi, tarih kitapları ve internette araştırma yapmak oldu. Mesela olayların geçtiği 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’da evlerin kapısında zil vardır ama bu bildiğimiz elektrik zili değildir, zira elektrik henüz evlerde kullanılmamaktadır. Kapıda olan mekanik bir zil de değildir. O dönemde Rus konutlarını kapısında bir kordonu çekerek çaldırdığınız küçük bir bir çan vardır. “Kapıya geldi zili çaldı” yerine “kapıya geldi, kordona asılıp çanı çaldırdı” demeniz gerekir.  

- Dostoyevski’yi, özellikle de “Suç ve Ceza”yı, insanoğlunun “vicdanı ile cüzdanı” arasında genellikle yanlış seçim yaptığı bir “çürük zamanlar" devrinde yeniden okumak bize hayata dair neyi hatırlatabilir?

“Suç ve Ceza”yı okumayanların okumasının, okumuş olanların ise tekrar okumasının pek çok getirisi olacaktır. Bu roman öncelikle içinde büyük bir ustalıkla betimlenen tüm o yoksulluğa, ezilmişliğe, adaletsizliğe, acımasızlığa, korkunç cinayetlere rağmen insana umut aşılamaktadır. İnsancıl ve iyimser bir mesajı vardır. İnsanın değişebileceğine, hatadan dönebileceğine ve bağışlanabileceğine dair ciddi bir inanç vardır. Bu nedenle bu eser tüm dünyada ve ülkemizde etnik ve dini savaşlarla dolu, suçun, tecavüzlerin, çocuk istismarının, dehşet verici hatta vahşete varan bir şiddetin hüküm sürdüğü karanlık bir dönemden geçmekte olduğumuz şu günlerde muhtaç olduğumuz iyimserliği ve insana inancı tazelemeye yardımcı olacaktır. 

Dostoyevski, kendi döneminin toplumsal yapısındaki bozukluğu, toplumsal eşitsizliği, haksızlığı, sömürüyü, adaletsizliği mükemmel bir şekilde betimler. Daha doğrusu, mesela, Marmeladov’un kızı Sonya’nın yoksulluktan ve çaresizlikten etini satmaya gittiği ve sonra da eve dönüp üvey annesiyle karşılaştığı o can alıcı sahnede olduğu gibi okuyucuya tüm bu olumsuzlukları kendi etinde, derisinde hissettirmeyi başarır. Ama onca çirkefe rağmen kişinin yüreğini temiz tutabileceğini, ruhunu kirletmeyebileceğini, bunun mümkün olduğunu ve yaşanan adaletsizlik karşısında duyulan öfkenin Raskolnikov da olduğu gibi şiddete değil de Sonya da olduğu gibi sevgiye dönüşürse yapıcı olabileceğini de inandırıcı bir şekilde anlatır.

Bu romanda tanımı yapılan ve ortaya çıkış nedenleri de mükemmel bir şekilde konulan, kişinin kendini bir şekilde, bir nedenden, ayrıcalıklı, diğer insanlardan üstün ve dolayısıyla da amacına ulaşabilmek için var olan tüm ahlaki, toplumsal değerlerin üzerinde görerek suç işlemesi olgusu ve suçun yaygınlaşıp kitlesel bir hal alması halen günümüzün de en büyük sorunlarından birisidir. Günümüzde de adına ister Tanrı ister Doğa diyelim Yaratıcının karşısında eşit olan insanların, birbirleriyle ilişkilerinde bu eşitliği inkâr edip küstahça, çeşitli gerçek dışı dayanaklar yaratarak, birbirleri üstünde hükümranlık kurmaya çalıştıklarını görmekteyiz. Bu yola Raskolnikov gibi kalben değil de aklen girmiş olan kişi, her şeye rağmen tıpkı onun gibi eğer yüreğinde ve ruhunda mutlak bir bozulmaya uğramamışsa, vicdanen kurtuluşa erebilir, acı çekip, kefaret ödedikten sonra aklını da bedenini de mahvolmaktan ve insanlığını kaybetmekten kurtarabilir.

- Romanda senin kahramanın ve anti-kahramanın kimlerdi? Neden?

Dostoyevski’nin kahramanlarının Einstein’in “görelilik teorisi”ni oluşturmasına yardımcı olacak kadar çelişkilerle dolu, farklı ve değişken olduğunu hatırlayalım. Dostoyevski’nin kahramanları asla mutlak “kötü” veya mutlak “iyi”den oluşmazlar. Onlar sadece ak veya sadece kara renklerden ibaret değildirler. Ama onlar gri de değildir. Onun kahramanları içinde her iki tarafı da barındıran ama zaman zaman bir tarafın ağır bastığı insanlardır. Bu nedenle özellikle de “Suç ve Ceza” romanında kelimenin tam anlamıyla kahraman ve anti-kahramandan bahsetmek zordur. 

Raskolnikov zeki, hassas, gururlu bir genç olarak çıkar karşımıza. Eserin sonunda mahkemede onun lehine kullanılmak üzere aktarılan yanan binadan yaralanma pahasına çocuk kurtarma, Marmeladov’un cenazesi için elinde avucunda olan son parayı verme gibi somut iyiliksever, vicdanlı davranışları vardır. Öte yandan para için yaşlı tefeci kadını o da yetmezmiş gibi bir de – hadi tefeci kadın iğrenç bir “bit böceğiydi” diyelim – onun üvey kız kardeşi saf, mümin bir insan olan ve kimseye zararı dokunmayan Lizaveta’yı vahşice, baltayla kafataslarını parçalayarak öldürür. 

Marmeladov ayyaşın tekidir, ailesine karşı sorumsuzdur, ama aynı zamanda çok sevecen, iyi kalpli ve ilgili bir babadır. 

Katerina İvanovna aşırı sinirli, kavgacı ve gururlu bir insandır ama aynı zamanda dürüst, adil ve sevecendir.

Sonya melek gibi bir kızdır ama hayâsız bir meslek ifa etmektedir, zira o bir fahişedir. 

Svidrigaylov rezil, sefih, vicdansız bir insandır ama Sonya’ya, Sonya’nın üvey kardeşlerine ve Raskolnikov’un kız kardeşi Dunya’ya neredeyse hayatlarını değiştirecek en büyük maddi yardımı o yapar. 

Görüldüğü gibi “Suç ve Ceza”nın kahramanları ve anti-kahramanları çelişkiler içindedir ve çelişkili tutum ve edimlerde bulunmaktadırlar. 

Romanda insani zaaflardan en uzak ve en fazla beyaz renklerle çizilmiş karakter olan Razumihin tam da bu nedenle en az ilgi uyandıran ya da akılda kalan karakterdir. Okuyucuya ayı gibi güçlü ve sakar haliyle sevimli gelse de gerçekte bir şey katmaz, bir şey öğretmez, okuyucunun duygularını ya da düşüncelerini alt üst etmez.

Nihayetinde, her ne kadar yazarın eserlerinde bildiğimiz anlamda kahraman yok desem de, benim kahramanım hiç tereddütsüz Sonya’dır. Sonya, çirkef çukurundaki zambak, çamurun içindeki pırlantadır. Onu her zaman çevresinin menfi etkisinden ve ahlaki yozlaşmadan koruyan ise inançlı kişiliğidir. Sonya, Tanrı’ya ve insanlara inanmaktadır; ikisinden de asla umudunu kesmez. Soneçka bize kişinin inancını asla yitirmemesi gerektiğini ve insandan umudu asla kesmemek gerektiğini en güzel şekliyle anlatır.

Svidrigaylov’un intiharının anlatıldığı sahneyi defalarca okuyup, çevirip, tekrar olduktan sonra onun anti-kahramanım olmadığını hatta zorlarsam kahramanım bile olabileceğini düşündüm. Hele düşkünü olduğu pedofili nedeniyle çektiği vicdan azabının, intiharından hemen önce rüyalarına yansıdığı bölümü okuyunca Yazarın onu da bir anlamda gerçekleştirdiği intiharla arındırdığı ve öte dünyaya bir nevi günahlarının bedelini ödeterek gönderdiği kanaatine vardım.

- Razumuhin bir yerde “Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir”  diyordu. Yoksa kendimize ait ne yalanımız ne de gerçeğimiz kaldı, başkalarının kalıbını çıkardığı hayatlara mı mahkûm olduk?

Razumihin’in romandaki en iyi monologları yalanı savunduğu bölümlerdir. Romanın üç yerinde Razumihin yalan, gerçek ve insan üzerine düşüncelerini paylaşır. Bu düşünceler çok aykırı ve sıra dışıdır. Öyle ki, okuyucu bu düşüncelere hemen itiraz eder: olur mu canım! Sonra düşünmeye başlar, sonunda da hak vermeye… Buyurun kendiniz okuyun; eminim o zaman bu yargıya varmakta haklı olduğumu anlayacaksınız:

“Biliyor musun burada insanı en çok üzen şey ne? Yalan söylemeleri değil. Yalan her zaman mazur görülebilir. Yalan sevimli bir şeydir zira insanı gerçeğe ulaştırır. Hayır, burada insanın canını sıkan adamların önce yalan söyleyip sonra kendi yalanlarına kendilerinin inanması!”…

“Öyle bir palavra atıyorlar ki… Sen bir insanın bu kadar palavra sıkabileceğini tasavvur bile edemezsin!.. Aslında neden edemeyesin ki? Sanki biz kendimiz yalan söylemiyor muyuz? Hem varsın söylesinler, hiç olmazsa daha sonra yalan söylemezler…”

“- Siz ne zannediyorsunuz? – diye bağırdı Razumihin sesini iyice yükselterek, - onların yalan söylemesine kızdığımı mı sanıyorsunuz? Saçma! Yalan söylenmesi benim hoşuma gider! Yalan insanların diğer tüm varlıklar önünde ayrıcalığını sağlayan biricik araçtır. Yalan söylersin ama aslında gerçeği bilensin! Ben yalan söylüyorsam insanım demektir. Önceden en azından on dört hatta belki de yüz on dört defa yalan söylemeden hiçbir gerçeğe ulaşılmamıştır. Bu ise bir anlamda bir şereftir yani! Üstelik biz kendi aklımızla yalan söylemeyi de beceremiyoruz! Sen bana yalan söyle, evet söyle, ama kendi yalanını söyle, işte o zaman ben seni alnından öperim! Kendi aklınla fikrinle bir yalanı bulup söylemek sana ait olmayan yabancı bir doğruyu söylemekten çok daha iyidir. İlkinde sen insansın, ikincisinde ise sadece bir papağan!” 

- Raskolnikov iki cinayet işledi ve pişmanlık duymadı ama biz ona yakın hissettik kendimizi. Sence neden? Acıma duygusu mu, yoksa onun yerine kendimizi koyup “bu şartlarda ben de aynısını yapardım” itirafı mı? Yoksa başka nedenler mi?
 
Raskolnikov’un pişmanlık duymaması tamamen sözde. Özde ise çok pişman; zaten delirmenin eşiğine gelmesi, halüsinasyonlar görmeye başlaması da bunun göstergesi. Aslında yaptığı işi daha ilk andan itibaren kaldıramıyor. Olayın sıcağı geçtikçe unutacağına daha da daha kötüleşiyor, onu neredeyse fiziki olarak hasta ediyor. İşlediği cinayetleri suç olarak kabullenmesi, itiraf edip, pişman olup, özür dilemesi ise olaydan bir ay sonra Sonya’nın onu polise teslim olmaya gitmeden önce “insanlardan özür dilemesi için” gitmeye zorladığı Saman Pazarı Meydanında değil de ancak yargılanıp, hüküm giyip gönderildiği Sibirya’daki kürek cezası sırasında yani olaydan aylar ve aylar sonra gerçekleşiyor. Okuyucunun Raskolnikov’a acıyacağını sanmıyorum. Ama kendini yakın hissedebilir elbette ve bu da çok doğal. Her insanın içinde Habil ile Kabil’den beri bir cani yatmaktadır. Bütün mesele kişinin onu nasıl tuttuğu: zincire bağlı mı yoksa zincirsiz mi? İnsanın vicdanı içindeki caniyi bağlı tutan ve dışarı salmayan zincirdir. Yoksa Dostoyevski ustanın izinden gidersek zaten kabullenmemiz gerekir ki her insanın içinde şeytan da melek de mevcuttur. Mesele senin hangisini salıverdiğindir. 

“Bu şartlarda ben de aynısını yapardım” demek ise topu taca atmaktır. Salt şartlara gönderme yaparak insanı açıklayamazsınız. Çok kötü şartlarda yaşayıp suça hiç bulaşmamış ve çok iyi şartlarda yaşamasına rağmen cinayet işlemiş insanlar var ise dünyamızda bu durum nesnel şartların kişi üzerindeki etkisini mutlaklaştırmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. İnsan iradesiyle, seçme özgürlüğüyle insandır. Yoksa zaten suçun şartların yarattığı kaçınılmaz bir sonuç olduğu düşüncesi ağır bassaydı bugüne kadar gelen insan toplumlarında o zaman bu bakış açısıyla insanların irade özgürlüğü bulunmadığından cezai ehliyete de sahip olamazlardı yani işledikleri suçlardan ötürü cezalandırılmamaları gerekirdi.

- “Suç ve Ceza” için genelde lise ya da üniversite yıllarında “farz olduğu” için, olgunluk yaşlarında “manasını kavramak için” birkaç kez okunan bir roman derler. Sen ilk ne zaman okudun? O ilk okuma ile çevirisini yaptığın kendi eserini okuman arasındaki farkı anlatır mısın?

Suç ve Ceza’yı babamın kitaplığında keşfedip ilk okuduğumda on bir yaşındaydım. İlk okumada Raskolnikov’u cinayete iten nedeni bir türlü kavrayamadığımı gayet iyi hatırlıyorum. Tamam, para için öldürmemişti. Zira sonra tüm çaldıklarını gömmüş ve hiç kullanmamıştı. Zevk için öldüren bir manyak da değildi! Bir yerde “denemek için, öldürdüm” diyordu, “yapabileceğimi kanıtlamak için”… Ben de işte bunu anlamamıştım. On bir yaşındayken, bir insanın böylesine vahşice bir çifte cinayeti işleme kararına aklen, akıl yoluyla vardığını anlamakta zorlanmıştım. İlk okumadan aklımda kalan temelde buydu. İkinci okumam ise 1986 yılında oldu. Rusça orijinalinden okudum ve bu sefer Raskolnikov’un “üstün insan / sıradan insan” teorisinden çok etkilendiğimi ve kafa yorduğumu hatırlıyorum. Sorgu Yargıcı Porfiriy Petroviç’in soruşturmayı yürütme, sorguya çekme yöntemlerinden de çok etkilenmiştim.

Çeviri için metni tekrar tekrar okurken ise  –  ki toplamda en az üç kez okumuştum  – artık ayrıntıların, dilin, üslubun tadına vardım diyebilirim. Raskolnikov’un rüyasının yani, çocukluğunda geçen, bayram kutlayan sarhoş köylülerin döve döve zavallı bir yük atını nasıl öldürdüklerinin anlatıldığı bölüm ve Svidrigaylov’un intiharının anlatıldığı bölüm benim en sarsıcı bulduğum, en çok etkilendiğim bölümler oldu.

- Eşin Fatma Arıkan da Rusçanın Türkiye’deki ses bayraklarından. Çevirideki katkısı ne kadardı?

Fatma, tüm bu süre zarfında M.K.Atatürk’ün askeri okullarda okutulması için tavsiye ettiği, neredeyse 70 yıldır Türkiye’deki çeviri eserler arasında en çok satanlar arasında yer alan ve Finlandiya’da aydınlanma hareketinin başlangıcını anlatan bir kitap olan G.Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” isimli eserini çevirmekle meşguldü. Bu nedenle, bu kez, çeviriye katkısı sadece zorlandığım yerlerde fikren yardımcı olmak, sözcüklerin en iyi karşılığını bulma ve bir cümleyi daha iyi ve daha edebi dille ifade etme gibi konularda kendisine sorduğum sorulara cevap vermek şeklinde oldu. 

- Zor bir seçim olabilir ama Rus klasiklerinden en sevdiğin beşini ya da daha iyisi onunu sıralar mısın?

Daha önce üzerinde hiç düşünmemiştim ama böyle bir liste hazırlamak pek de zor olmayacak galiba. Bu listenin başında olması gereken Suç ve Ceza’yı katmıyorum:
 
Nasıl Yapmalı / N.Çernişevski
Karamazov Kardeşler / Fyodor Dostoyevski
Savaş ve Barış / Lev Tolstoy
Anna Karenina / Lev Tolstoy
Babalar ve Oğullar / İvan Turgenyev
Oblomov / İvan Gonçarov
Klim Samgin’in Yaşamı /  Maksim Gorki
Çimento / Fyodor Gladkov
Master ve Margarita / Mihail Bulgakov
Sakin Don (Ve Durgun Akardı Don) / Mihail Şolohov
 
13.12.2016

Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
İLGİLİ HABERLER
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
ANKET
Hayatınız ve işiniz için 2023'e kıyasla genel 2024 beklentiniz nedir?
©Copyright Turkrus.com - All Rights Reserved
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама