Türkiye'ye bir de bu gözle bakın...
YANA TEMİZ yazdı: Galiba biz biraz Japonuz; Ben ve Türk vatandaşı eşim! Çünkü her baharda tüm işleri erteleriz ve mutlaka çiçek açan şeftali ağaçlarına doya doya bakmaya gideriz. Bahçelerin pembe bulutları antik Efes’in, Osmanlı Selçuk’unun etrafını sarmıştır, biz de onlara daha yaklaşırız, kırık çizgilerle bezenmiş derinliklerine dalarız ve dalların yarattığı grafik desenler arasından o küçücük mucizeye, pembenin her tonunu içinde barındıran çiçeğe, yaklaşırız.
Onu önceden tahmin edip; komşu bahçecilerin dal ve yaprakları bir çeşit korumaya aldıkları ve şeftali ağaçlarının yılda iki üç günlüğüne yanlarından geçenleri kendilerine hayran bıraktıkları o seyrek anda gelebilirsiniz: Pembemsi dallar ve yapraklar gerçek dışı ‘mavi kılıflar’ içinde bulunmaktadırlar… bu fantastik, garip ve tamamen sürrealist bir görüntüdür.
Türkiye insanı şaşırtmakta sınır tanımaz, burada canınız hiç sıkılmaz.
Burada, tıpkı Yunanistan’ı hayal eden Çehov kahramanının dediği gibi ‘herşey’ vardır.
Bu her zevke hitap eden bir cennettir: bir arkeologa antik kolonları ve amfitiyatroları sunar, tarih sevenlere Bizans ve Osmanlı eserlerini gösterir, bir ressam ya da fotoğrafçıya manzaralar ve günbatımlarının tekrarlanamayan renklerini hediye eder, bir gurmeye Akdeniz balığı ve doğu tatlıları ile bir ziyafet çeker. Hıristiyanlar ‘Apokalips’ (Vahiy)’de adı geçen kiliselerin bulunduğu şehirlere ve Kutsal Meryem’in son durağına hacı olabilir, mistisizm meraklıları Mevlana türbesinin firuze kaplı konik kubbesine hayran kalırlar, dağcılar ve deltaplanörcüler hoşlarına gidecek bir dağ ya da kayalık bulabilirler, dalgıçlar ise çekici deniz derinliklerini keşfedebilir, sporcular alp stili kayak yapabilir ve yat kullanmayı öğrenebilirler.
Kimileri her yıl düzenlenen Lale Festivali’ne katılmak için İstanbul’a gider, biz şeftali ve erik ağaçlarının çiçek açmasının göz zevkini tadarız, botanik sevdalı bir bayan arkadaşım en vahşi orman ve dağ patikalarında dolaşmak için gelir ve her seferinde hayranlık duyguları içinde bana yeni ‘edindiği’ şeyleri gösterir: eskizi çizilmiş ya da fotoğraflanmış seyrek rastlanan bitki ve çiçekler.
Bu bazen Bafa Gölü kıyısında bulunmuş küçücük bir orkidedir, bazen patlıcana benzeyen leylak rengi yemişleri ile bir yukadır, bazen de hiç tanımadığım, ancak meğerse çok seyrek görülen bir bitkidir- bizim doğal alanlarımız da neler yoktur ki! Türkiye hem botanikçiler hem de ornitologlar için bir cennettir: göçmen kuşların göçlerini izleyebilir, pelikana balık atabilir ve Ayvalık’ta pembe flamingo sürülerini ilgiyle seyredebilirsiniz…
Tıpkı küçük kızımın binlerce parçadan bir puzzle toplaması gibi uzun yıllardır Türkiyemi topluyorum.
Detayları gözlere cümbüş: Yunan kapitelleri, Japon sakurası, Hollanda lalesi, Rus semaveri, Roma hamamları, Paris kafeleri ve Smirna sokakları, yelkenden atlı sporlara kadar her zevke göre İngiliz sporları… bu tabloyu toparlamak çok uzun sürüyor, bazen işte bu, Türkiye, herşey yerli yerine oturdu diyorsun. Hemen o anda başka bir rengin detaylarını, şekli uygun olmayan bir parçayı görüyorsun ve çoğunluk o anda hayal kırıklığına uğrayıp ilgisini kaybediyor: topla topla bitmiyor, üstesinden gelinemiyor, tıpkı Kar Kraliçesi’nin sarayında bulunan buz parçalarından ‘Sonsuzluk’ kelimesi gibi… eh, öyle olsun, bizden bu kadar, başka bir ülkeye gideceğiz, burada görülecek ne varsa gördük.
Ben ise ilgiyle ve en ufak bir sıkıntı izi olmadan parçaları inceleyip toplamaya devam ediyorum, bazı parçalar hazır bile, bazılarını daha bilmiyorum, onlar sonraya bırakılmıştır. O da bir şey mi, bazen bildiklerinin arasında boşluklar olduğunu keşfediyorsun: neden senelerdir yanından geçtiğimiz halde yolumuzu hiç antik Klaros’a çevirmedik ki? İşte şaşırtıcı bir deniz kabuğu – neden burada daha önce benzerlerini bulmamışım ki? Neden geleneksel Türk el işlemelerinin uzun hikayeler anlatabileceğini bilmiyormuşum: kadınlar sessiz bezemelere ölen çocuklarından, kendilerini sevmeyen kocalarından, kaynana ile yapılan kavgalardan acılarını dökmüşlerdir.
Beklenmedik bir şekilde Türkiye’ye aşık olan ve Akdeniz’de bir daire alan okul arkadaşım geçenlerde izlenimlerinden bahsederken şöyle demişti: «Benimkisi, tabii ki, şimdilik öyle.... derin olmayan bir Türkiye…» - ben de o anda topladığım puzzle’ın bir derinliği olduğunu, üç boyutlu olarak biraraya geldiğini anladım! Hatta dört demem daha doğru olur, sadece mekanda değil, zamanda da.
Oysa ne güzeldi o yüzeysel algıların basitliği, o derinleşmeden, alışkanlık yapmayan ilk izlenimlerin hafifliği… nasıl da biz yeni gelenler olarak yargılarda bulunup hükümler verirdik, Türkiye nasıl da açık ve sığ gelirdi bize, tıpkı suyun derin olmadığı berrak bir deniz gibi.
Ancak, artık şekillenmiş o tabloda yeni, daha önce görülmemiş bir parça renkli bir şekilde aniden pırıldadı ve yavaş yavaş bu ülkenin tıpkı gerçek bir aşk gibi ebedi, ne kadar tanıdık ve yakın olursa o kadar eğlenceli ve anlatılması zor olduğu anlayışı şekillenmeye başladı.
Türkiye’yi kendilerini ‘all inclusive’ otele götüren otobüsün penceresinden görenlere acıyorum: bu sadece puzzle’ın kenarıdır; onu bir araya getirmek* (toplamak) en kolay olanıdır, her parçasında aynı düz, oteldeki servis gibi basit bir kenar vardır ve kendisi en nihayetinde, kimsenin bilmediği ve ilgisini çekmeyen bir halde, çerçevecinin çerçevesinde yok olup gidecektir.
Puzzle’ın diğer parçalarını alıp ve bir araya getirmeyi* (toplamayı) deneyin – Türkiye’yi uzun yıllar inceleyip tahmin etmek ve bunu yaparken önünüzde daha birçok keşif ve doldurulmamış boşluklar olduğunu bilmek mümkündür. O şeftalinin çiçek açmasına, denizde günbatımına benzer: aldatıcı bir şekilde aynı ve her seferinde yeni, çok çehreli ve geri dönmeye çağırıcı.
Hayatta şeftali çiçeklerinin seyrinden zevk almak, deniz kenarında taşlar ve büyük, karmaşık puzzle’lar toplamak için zaman bulmak ne güzeldir...
23.5.2015
Kompas-Pusula dergisi, ilkbahar 2015 sayısından.
Реклама