Sirkeci'den Rusya'ya bir tren yolculuğu...
KAAN AKOBA yazıyor: Sirkeci'den trene bindiğim andan itibaren Türkçe tek bir sözcük bile duymamıştım. Münih'te aktarma yapıp Hamburg'a gidecek trene bilet almaya çalışırken kulağıma çalınan Türkçe, işte bu yüzden olsa gerek, beni bir mıknatıs gibi kendisine çekmişti.
Henüz daha yirmi yaşında bile değildim büfeye doğru koşup da dönerciye ''Abi siz de Türk müsünüz?'' diye sorduğumda.
Yanıt hala kulaklarımda çınlar durur; ''Heee Türküm ne olacak?''
Türkiye'nin herhangi bir yerinde hemşehrisine rastlamak ile yabancı bir ülkede vatandaşına tesadüf etmek birbirlerinden çok farklıdır. Şimdi, özellikle de havaaalanlarında, dikkat ediyorum da bizden olduğu her halinden belli birileri kimi zaman ''Aman bir şey ister de sonra hayır diyemem'' düşüncesi ile uzak durmaya çalışıyor soydaşlarından.
Gerçekten işin suyunu çıkartıp, muhabbeti ile adamı selam verdiğine pişman edenler de yok değil ama, hala kendi dilinden iki kelime konuşmaya hasret ya da o ülkenin dilini iyi bilen bir vatandaşının yardımına gereksinim duyanlar olabileceğini düşünerek, ne olursa olsun gene de kimseye ''Hee n'olacaktı?'' dememeye çalışıyorum.
Genç ve en parasız zamanlarımda, yurtdışında yaşayan akrabalarımı, arkadaşlarımı, yol parasını denkleştirebildikçe ziyarete gittiğimden olsa gerek, şimdi Rusya'da yaşarken Türkiye'de sadece selamım olan insanlara bile kapım her zaman açıktır. ''Bakın'' derim, ''Belki geldiğinizde çok işim olur sürekli sizinle meşgul olamayabilirim ama gelin istediğiniz kadar kalın, gezin, tozun.''
Ülkemin gazetelerinde, televizyonlarında Rusya ile ilgili olumsuz haberler sıklaştıkça bu isteğim daha bir artar. Rus kadınları, artık kabak tadı veren sıcak denizlere inme esprileri, vodka ve arada bir de Jirinovski. Rusya hakkında yazı yazıp duranlar, yıllardır sanki başka hiçbir konu yokmuşcasına aynı şeyleri çevirip çevirip yazar dururlar.
Yüzlerce milyon nüfus, milyonlarca kilometre kare toprak. Sonuçta, her gün karşılıklı uçaklarla, gemilerle, tırlarla birbirlerine gidip gelen iki ülkenin tüccarı, öğrencisi, resmi görevlisi, emekçisi...
Bunca malzemeden sadece iki film, üç tane de kitap mı çıkartabildik?
İki ülke arasında gerçekleşen alım-satım hakkında sayfalarca istatistiki bilgi bulunur. Milyarlarca dolarlık ürünlerden de en ince detaylarına kadar sözedilir ama, sanata, edebiyata, sinemaya dair ise ortada neredeyse hiçbir şey yoktur. Bir şeyler yapmaya çabalayanlar da maddi manevi destekten yoksun kalınca, bir süre sonra ne yazık ki onlar da yokolup giderler.
Herkesin, Hakan Aksay'ın Kapitalistler Moskova'ya tadında başucu eserleri yazmasını beklemenin çok gerçekçi olmadığını bilmekle beraber, yine de bu coğrafyayı iyi bilen insanların güzel eserlerini ortaya koymalarını ummaktan da bir türlü vazgeç(e)miyorum.
Bilen yazmaz, yazan da bilmez ise; biz daha onlarca yıl, bir denizin iki kıyısında birbirlerini tanımadan gaz alıp pantolon satarak boşa zaman geçirir dururuz.
İnsana dair yaşananların paylaşılması; ekonomik başarı örnekleri ile insanları nereye çıkacağı belli olmayan yollara sokmaktan sanırım daha anlamlı olsa gerek.
Rusların da tıpkı biz Türkler gibi hiç de mükemmel olmadıklarını, kendilerince doğruları ve yanlışları ile sıradan hayatlar yaşadıklarını görüp kabul etmek için, Antalya'da oturup evsahibi olarak misafir dedikodusu yapmaktan vazgeçmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Merkezinde insan olan öyküler yazmadıkça, anlatmadıkça, filmler çekmedikçe, sergiler düzenlemedikçe iki ülkenin arasındaki ilişki barter'dan öteye geçip işbirliği noktasına yüzyıl da geçse varamaz.
Arkadaşım doğum gününü, dışarıda kutlamaya karar vermişti ve uygun bir yer bakmaya da beraber gitmiştik. Malum, Ruslar doğum günü kutlamalarına ayrı bir önem verdiklerinden, günler öncesinden hazırlanmaya başlamıştı. Hep önünden geçip de bir türlü girmediğim iki katlı güzelce bir bina, doğu mutfağı dediklerine göre de benim ağız tadıma da uygun bir şeyler olsa gerek diye düşünüp içeri girmiştik.
Menüyü incelerken, masalara ve çaktırmadan da mutfağa bakıyordum. Menü gayet doyurucu, fiyatlar makul ayrıca da gözün ulaştığı her yer tertemizdi.
Bu tür yerlerde özel günlerde yapılan kutlamalar için odalar bulunduğunu bildiğimden, bir de oraları görmek istiyorum. Görevli kız, koşup içeriden anahtarı alıyor ve önümüze düşüyor. Üst katta bir odaya giriyoruz, sanki biraz ufak. ''Sanırım bize biraz daha büyük bir yer lazım'' diyorum. Yandaki odanın kapısını açıyor. Tam istediğimiz gibi bir yer.
Odaya göz atarken duvarlarda tablolar ve masaların üzerindeki süsler gözüme çarpıyor. Biraz daha dikkatli bakınca görüyorum ki iki tablonun da kenarlarında 'Sümela Manastırı - Trabzon' yazıyor. Kıza ''Patronlar Türk mü yoksa?'' diyorum. ''Hayır değiller, şu anda aşağıdalar, buyrun isterseniz sizi tanıştırayım.''
''Merhaba, duvarda Trabzon'a ait bir şeyler görünce merak ettim, nereden buldunuz?'' Gülümseyerek bakıyor, ''Türk müsünüz?''
Soru bildik ama soran 'bizden' değil. Evet, ama siz?...
''Ben Megrelim. Batum'da kızım, damadım ve torunum yaşıyorlar. Biz ise otuz üç yıldır Çeboksarı'da yaşıyoruz. Her yaz mutlaka onları ziyarete gideriz. Bir kaç sene önce biliyorsunuz savaş vardı ve Rusya'dan Gürcistan'a geçmek imkansız hale gelmişti. Biz de Soçi'den Trabzon'a geçip karayolundan Batum'a ulaşabilmiştik''.
''İşte demin odada gördüğünüz süs eşyaları da, o seyahatimizden kaldı. Trabzonlu bir rehberimiz vardı bize her yeri gezdirdiği gibi Sarp sınır kapısına kadar da refakat etmişti.''
Megrel olduğunu duyunca, ister misiniz akraba çıkalım demiştim. Benim de anneannemin babasının 93 harbi denen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin ardından İstanbul'a göçen Lazlardan olduğunu söyleyip ardından da bir kaç Lazca sözcükle konuşmaya çalışınca...
Basit bir soru beni nereden aldı nerelere götürdü.
Rusya'da yaşayan bizlere Türkiye de hep sorarlar, ''Ruslarla Türkler birbirlerine benziyorlar mı?'' diye. Yanıt aslında çok açıktır,
''Beraber yaşamaya devam edip, birbirimizi tanıdıkça, sanırım birbirimize gittikçe daha çok benzeyeceğiz.''
akoba66@yahoo.com
24.11.2012
Fotoğraf: Enver Maço
Реклама