PAZAR YAZISI/ Amma da hikâye...
Herkesin acelesi var. Moskova'da yürüyen adama garip bakıyorlar zaten; koşmak lazım! 'Duran düşer' diyorlar. Yalan değil. Yol kenarındaki çiçekçi kulübesinin önünde kuyruk uzuyor. Dün ızvestiya yazıyordu. Zengin muhiti Rublovskoye'de bir klinik açılmış, muayene ücreti 10 bin dolarmış! Dünya resesyon filan diye diken üstündeymiş, ne gam. Bizde mağaza kasalarında sabahın 10'unda bile kuyruk var. 70 yıl yokluk yaşadık; acısını çıkarmak lazım!
Erkek milleti, fiyatların bir gün evvele göre ikiye katlandığına bakmadan buketleri kapıyor. Sanırsınız, bedava dağıtılıyor. Oysa en kıytırık gül 100 ruble olmuş. Yani 5 lira. Kimine bir kucak gül, kimine birkaç lale. Keseye göre. Herkes çiçekleni-yor. Ama kesinlikle 'tek' sayıda çiçek olmalı. Bir, üç, beş... Çift çiçek sadece cenazeye gider. Çaylaksanız hatırlatırlar. Bugün cenaze yok; Rusya'da büyük düğün günü. 8 Mart.
Müşteriler hücum edince, içeriden yetişmek imkânsızlaşmış. Çiçekçi dediğin, küçücük kulübe. Satıcı kadınlardan biri mecburen dışarı çıkmış. Kan ter içinde buket yetiştir-meye çalışıyor. Zaten bu memleket kadınların yüzü suyu hürmetine ayakta değil mi? Türkiye'de her dört çalışandan biri kadınmış, Rusya'da her ikisinden biri.
Alnından süzülen ter damlası dondu, donacak. Bu rüzgârı yedikten sonra, yarın hasta kalkacağı kesin. Bayramı kutlamak için kadın olmak yetmiyor. şanslı da olmak lazım. Çiçek satan değil ve-rilen kadın olmalı. Onun da bir çiçek vereni vardır inşallah. Yoksa 8 Mart'ı sileceğim takvimimden.
Elimde, adını bilmediğim kırçiçeklerinden orta karar bir buketle dönüyorum eve. "Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir" diyen Nâzım aklıma geliyor. "Onun da mezarına dikilen Türk çınarı tutmadı, çoktan kuruyup gitti" diye hayıflanıyorum. "Çiçeklerin çeşidini bilenlerden olmadık, yazıklar olsun" diye dertleniyorum.
Düşünceler daldan dala konuyor. Kar bir yağıp bir durmakta. Ellerinde kar kürekleriyle Tacik gençler yolu temizliyor. Moskova'nın köleleri onlar. Muhtemelen Firavun'un piramitine taş taşıyan köleler de böyle yaşardı.
Nerede yatarlar, ne yer ne içerler, aynı sarı ışıklı odada üst üste kaç kişi yaşarlar, umrumuzda değil. Ucuz iş gücü diye akın akın getiriliyorlar. Muhtemelen başşehir Duşanbe'yi bile görmeden, çobanlık yaptığı köyünden Moskova'ya düşen temiz yüzlü çocuklar.
ılk paralarıyla ucuz bir cep telefonu alıyorlar. Kar temizlerken bile sürekli ya birileriyle konuşuyor ya da konuşuyormuş gibi yapıp hava atıyorlar! Birisi taş çatlasa 12 yaşında.
Biz mahallenin yuvasına çocuklarını yollayan veliler, 'Bahçede fare görüldü, çocuklarımızın sağlığı tehlikede' diye ortalığı yıktık geçen hafta. Bu Tacik çocuk bu yaşta burada ne arıyor, neden okulunda değil, umurumuzda bile değil. Zaten kölelik resmen kaldırılalı 150 yıl bile olmadı ki bu topraklarda?
Bir garip hallerdeyiz.
Ne cennet ne cehennemdeyiz.
Araf'ta yaşıyoruz. Gün geliyor kucak kucak güller alıp günahlarımızdan arınmaya çalışıyoruz. Ama çoğu kez dünyayı kendimizden ibaret bilip, elimizde nalıncı keseri dolaşıyoruz.
Durup düşünecek, nereye gittiğimizi soracak zamanımız yok. Acelemiz var.
şimdi 8 Mart gülleri almamız lazım. Yarın bir yaşgününde tebessüm saçacağız, akşam bir dost cenazesinde iki sıra gözyaşı dökeceğiz, karları temizleyen Tacik, bir dazlağın bıçağının ucunda can verirse 'Vah vah' diyeceğiz, karımızdan gizli metresimizin 8 Mart'ını kutlayıp eve dönünce 'Seni çok seviyorum karıcığım' diye sarılıp öpeceğiz, kum saati boşalana kadar dilimizdeki en manalı söz 'Bile bile lades' olacak.
Sonra da Oğuz Atay'ın 'Beyaz Mantolu' adamının son cümlesine sığınacağız: "Amma da hikâye"...
9/3/2008
Реклама