Gogol’ün paltosu
M. Hakkı Yazıcı'nın kaleminden: Geçenlerde Moskova’da kötü hava koşulları hayatı felç ederken Belediyeden halka “Mecbur olmadıkça evden dışarı adım atmayın!” diye açık bir uyarı yapılmıştı. Güzel! Bu uyarı için teşekkür etmek lazım. Aslında ne hoş! Evde oturup sıcak çay ve kahve yudumlayıp film izlemek, kitap okuyarak vakit geçirmek, avluda lapa lapa yağan karı gören pencereye yakın divancıkda yayılıp şekerleme yapmak arayıp da bulunamayacak iyi birer seçenek.
Sadece karın keyfini çıkarmak için dikkatli, küçük adımlarla dışarı çıkıp; yakınlardaki parklara gitmek ve hatta çoluk çocuğunuzla kardan adam yapıp, kartopu oynamak da iyi bir fikir.
Ama iyi de işleri kim yapacak? İşler güçler peşimizi bırakmıyor ki, dışarı çıkmayıp da ne yapacağız?
Önce kar, arkasından karla karışık yağmur, sonra bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur, ardından don, sonra yeniden kar, ayaz derken Moskova’nın caddeleri, sokakları buz pistine dönüşmüştü.
Mecburen dışarı çıktım.
Yürürken ayağımı bastığım yer kayıyor mu diye önceden kontrol ediyordum.
İşte en tehlikeli günler bu zamanlar… Sokakta atılacak yanlış bir adımla düşüp, insanın hastanede kırıklar içinde gözünü açması işten bile değil, diye düşünerek, azami dikkatle, telaş etmeden bir süre yürüdüm.
Bir ara yanımdan kısa kürk montu mini eteğini bile örtmeyen, upuzun topuklu ayakkabısıyla kırıtarak yürüyüp geçen bir kadına gözüm ve aklım takıldı. Böyle üşümüyor muydu? O uzun topuklularla nasıl yürüyordu?
Meraktan dönüp bir daha bakayım dedim. İşte ne olduysa o zaman oldu. Dikkatimi başka bir konuya kaydırınca ayağım kaydı; önce ayaklarım yerden kesildi, havalandım, sonra aynı piste inen bir uçağın tekerleklerini açması gibi kollarımı destek almak için iki yana açtım. “Küt” diye sırt üstü düştüm.
Etraftan geçenlerin bazılarının önce “Ayyy!” diye haykırdıklarını, sonra uçağını salimen piste indiren pilotu takdir eder gibi alkışladıklarını ve bana kahkahalarla güldüklerini fark ettim.
Toparlanıp kalkarken etrafıma “Bir şey yok, merak etmeyin” gülücüğüyle gülümsemeyi ihmal etmedim.
Az önce yanımdan geçen, düşmeme sebep olan kadın da yirmi metre ötemde gülenler arasındaydı. Parmağımı sallayıp, “Ah seni, seni; kabahatli sensin, biliyor musun?” diyecektim, ama vazgeçtim.
Ucuz kurtulmuştum. Yumuşak bir düşüşle kırıksız, çıkıksız atlatmıştım; ancak düşerken koltuk altımdan gelen “cıırt” sesi dikkatimden kaçmamıştı.
Paltomun koltuk altından giren serin havayı hissedince huylandım. Kuytu bir yerde paltomu çıkarıp kontrol ettim. Korktuğum başıma gelmişti. Paltomun sağ koltuk altı boylu boyunca sökülmüştü. Kumaşta da biraz yırtık vardı. Pek mühim bir şey değildi, ama tamir ettirmek lazımdı.
Üç senedir oğlumun hediye ettiği paltoyu giyiyordum. “Baba hala bu paltoyu mu giyiyorsun?” diye çıkışıyordu. Palto aslında tümüyle eskimiş falan değildi, ama kumaşı eprimiş, bazı yerleri incelmişti.
Türkiye’de olsa bu işler kolaydır. Neredeyse hemen her sokakta damlayan musluğunuzu onaracak bir tesisatçı, elektrikçi, ayakkabı tamircisi, söküğünüzü yırtığınızı tamir edecek bir terzi bulunur. Ama burada böyle değil. Tamir ettirecek birisini bulsanız bile çok pahalı.
Yolumun üzerindeki pasajın içinde tabelasında “Sroçna remont” yani acil tamirat yazılı bir dükkanın olduğunu hatırlıyordum. Oraya gittim.
Adam paltoma şöyle bir baktı, “Vah vah,” dedi. “Palto biraz eskimiş, fakat tamiratla biraz daha idare etmek mümkün.”
“Günahımız ne olur?” diye sordum.
Bilmem kaç bin rubleye… “Hallederiz,” dedi.
“Uvvv, daha aşağı olmaz mı?”
Adam, cevap vermeye bile tenezzül etmeden kaşını kaldırdı.
Şöyle bir durdum. Bu paranın üstüne bir iki bin ruble daha koysam yeni bir palto alabilirdim.
Birden kendimi Gogol’ün “Palto” öyküsünün kahramanı Akaki Akakkiyeviç gibi hissettim.
Adam da sanki o öyküdeki terzi Petroviç’e benziyordu.
***
Paraya kıyıp kendime yeni bir palto almak daha akıllı bir düşünce olur diye büyük alışveriş merkezlerinden birindeki bir mağazaya gittim.
Satıcı kız, “Nasıl bir palto istiyorsunuz?” diye sordu.
“Gogol’ün paltosundan var mı?” dedim.
Güldü.
“Ondan yok, ama,…” diyerek bir sürü yabancı marka saydı.
Teşhirdeki, askılardaki paltoları tek tek inceledim.
Fiyatlar ateş pahasıydı. En iyisi bir kış daha üstümdeki partalla idare edip, ucuzluk sezonunu beklemekti. Ama nasıl? Tamir edilmeden o palto ile nasıl insan içine çıkacaktım?
Tam çıkmaya hazırlanırken satıcı kız, “Beğendiğiniz bir şey olmadı mı?” diye ısrarla sordu.
Erkekliğe şey sürdürmemek için, “Fiyatlar yüksek, param yok,” diyemedim.
“Ben, Gogol’ün paltosu gibi bir şey arıyordum,” dedim.
O yine güldü.
Muhtemelen benim için hem Rusçası bozuk, hem de kaçık bir ihtiyar diye düşünmüştür.
***
“Hangi palto daha iyidir, Gogol’ünki mi, yoksa De Gol’ünki mi?” diye saçma sapan mırıldanarak, yeni paltomu ucuzluk sezonunda almanın daha doğru olacağı düşüncesiyle dükkandan çıktım.
***
Dostoyevskiy, kendisi de dahil, dönemin klasik yazarları ve devamı için “Hepimiz Gogol’un ‘Palto’sundan çıktık” demiş.
Öyledir de gerçekten! Gogol, çağdaş Rus öykücülüğünde önemli bir kilometre taşıdır.
Bunu biliyorsunuzdur.
Biliyorsanız, kaldığınız yerden yazının devamını okuyun.
Yok, bilmiyorsanız önce Gogol’ün o muhteşem “Palto” öyküsünü okuyun.
***
Neyse. Kös kös evin yolunu tuttum.
Elimden gelse paltomu kendim tamir edeceğim. Ama beceremem ki.
Ben böyle düşünerek merdivenleri çıkarken sahanlıkta üst kat komşum Vladimir İvanoviç’in karısı Olga Teyzeye rasgeldim.
O da böyle demeyi kocasından öğrenmiş, bana “Ne o sased, Karadeniz’ de gemilerin mi battı?” diye sordu.
Anlattım durumu.
“Ver bana paltonu, git evine dinlen biraz,” dedi.
Çaresiz verdim.
Evde koltukta yorgun otururken gözlerim kapanıvermiş. İki saat sonra kapı çalındı. Kapıda Olga Teyze:
“Al, bir şeyler yaptım, bak bakalım. Sanırım bu seni bir süre idare eder,” diye paltomu uzattı.
Baktım. Sökük gayet güzel onarılmıştı. Dikkatli ve kötü niyetle bakmayan birisi burasının bir kazaya uğradığını bile anlamazdı. O suratsız, kazıkçı terzi kuş kondurup daha iyisini mi yapacaktı sanki?
Minnetle baktım Olga Teyzemin yüzüne. Bu eski Sovyet kadınları böyleydi işte… Her iş gelirdi ellerinden. Eski püskü Jiguli arabalarını tamir edenlerini bile tanıdım.
***
Paltoma yeniden kavuştum ya, kendimi eşeğini kaybedip, yeniden bulan Nasrettin Hoca gibi hissediyordum.
Mutlu, ama yine dikkatli yürüyerek yeniden sokaklara saldım ruhumu.
Dün mutad olarak her ay yaptığım gibi Nazım’ın mezarını ziyaret etmek için Novodeviçiy Mezarlığı’na gittim.
Oraya kadar gitmişken hiç Gogol’a uğramamazlık yapmam. Her seferinde Gogol’ün, Çehov’un mezarını da mutlaka ziyaret ederim.
Yalnız Nazım’ın mezarına giderken mecburen Yeltsin’in mezarının önünden geçmek pek hoş olmuyor ya neyse…
Varınca birden nerden aklıma geldiyse Gogol’a “Müsaadenle ‘Palto’nun cebine bi dakkalığını girip, çıkabilir miyim?” diye sordum.
Gogol: “Hop, ne münasebet! Sen de Dosto gibi kerametin benim ‘Palto’mun cebinde olduğunu sanan sazanlardan mısın?” diye itiraz etti.
“Yav, üstadım, ruhumu bir cin teslim aldı galiba; bir illete kapıldım, kendimi alamıyorum; okunmayacak yazılar, öyküler yazıyorum,” dedim.
Gogol:
“Bak evladım, sen gençliğinde ‘isyan bildirileri’ yazardın. Sonra ekmek derdine düştün; bakanlıklara istidalar, bankalara talimatlar, akreditifler, tedarikçilere sipariş mektupları, patronlarına mali raporlar yazdın. Niye bildiğin işlere devam etmiyorsun? Bırak şu ‘hikaye’nin yakasını. Güzel öyküleri zaten istidatlı gençler yazıyor,” dedi.
Kalakaldım.
“Peki, ustacım,” dedim, boynumu büküp, “Sözünü dinleyip, bu illetten kurtulmaya çalışacağım.”
***
Ey okurlar, n’olur biraz da siz ses verin.
Durumum bir de aynı Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri”ndeki öykü kahramanı Aksenti İvanoviç gibi. Gün geçtikçe biraz daha tuhaf oluyorum.
Biliyorsunuz sadece, Marquez ustamın dediği gibi, “Dostlarım beni daha çok sevsin” diye yazıyorum.
Okuyor musunuz yazdıklarımı?
“Bazen, rasgeldikçe, vakit buldukça,” falan derseniz biraz rahatlayacağım.
Yoksa durumum gerçekten kötü.
mhyazici@yandex.ru
17.11.2016
Реклама