Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
YAZARLAR

Göz yaşartan bir göç hikayesi: Salomon'dan Süleyman'a, Rusya'dan İstanbul'a...

KAAN AKOBA'nın kaleminden:  Pazar yeri, günün ağarmasıyla beraber yavaş yavaş hareketlenmeye başlıyordu. Tıpkı diğer haftasonlarında olduğu gibi bugün de, horozlardan bile daha önce güne 'merhaba' demeyi alışkanlık haline getiren köylüler sepetlerini de hazırlayıp ana yola çıkmış, karşıdan gelen ilk araca atlayıp artık sıradanlaşmış kısa süreli bir yolculuğun ardından nihayet şehre varmışlardı.

Güneş tepeye tırmanıp da ortalık cehennem sıcağı ile yanıp kavrulmaya başlamadan önce ürünlerini satmak isteyenler, hemen girişteki ön sıralarda kümelenmişler ve dönüş yolunun hesabını da daha şimdiden yapmaya başlamışlardı bile.

Tezgahlar, içleri ağzına kadar süt dolu plastik şişelerle, tartıların hemen yanına sıralanmış smetana, tereyağ, tvarog gibi süt ürünleri, mutlaka çift sarılı köy yumurtaları ve binbir çeşit balın yanısıra, renk renk mevsim meyvelerinden yapılmış reçellerle de doluydu.

Yanlarından geçip, biraz ileride yolumu gözleyen Saşa'nın yanına gidiyorum. Tezgahı; eski fotoğraflar, en az yarım asırlık okul malzemeleri, her hafta nereden bulduğunu bir türlü çözemediğim Nuh nebiden kalma oyuncaklarla dolu olmasına rağmen, kendisine yaklaştığımı görünce yine her zaman yaptığı gibi, eğilip ayaklarının dibindeki çuvaldan ilgileneceğimi bildiği bir kaç şeyi daha çıkartıp masaya koyarak, beni şaşırtmaya devam diyor.

- Bak, eminim bunlar senin o açmayı 'hayal ettiğin' oyuncak müzesinin en nadir parçalarından olacak. 

diyerek, pamuktan yapılmış bir 'Ded Moroz', porselen bir at ve plastik bebeği bana doğru uzatıyor. 

Saşa ile ilk önceleri bilindik pazar diyaloglarıyla başlayan konuşmalarımız, her karşılaşmamızda gerçekleştirdiğimiz sohbetlerle koyulaşıp güzelleştikçe, kendisini de sayıları günden güne gittikçe artan, müzenin gönüllü tedarikçilerinden biri haline getiriyordu.

- Selam Kaan, bugün her zamankinden de erkencisin.

Bir kaç gündür öğle saatlerine doğru başlayıp, akşama kadar da aralıklarla devam eden yağmurdan dolayı pazara, o gün gerçekten de çok erken gitmiştim. Bütün bir hafta pazar gününü bekledikten sonra, o gün yağmur yağarsa tezgahını erkenden kapatıp gidebilecek satıcıları kaçırmak istemiyordum.

Saşa benim oldukça erken geldiğimi düşünürken, yandaki tezgahlardaki şehirli esnaf ise masaların üzerine satacakları malları çoktan sermiş, müşteri beklerken oluşacak can sıkıntılarını yoketmek için açtıkları votka şişesini de daha şimdiden yarılamışlardı bile.

- Saşa geçen bana söylediğini hatırlıyor musun?

- Ne hakkında?

- Hani sana ''Atla Kazan'dan uçağa, Türkiye'de ya da enazından İstanbul'da pazar yerlerini gez, ilginç bulacağını düşünüyorum'' dediğimde sen de bana, ''Kaan, ben İstanbul'a gittim ve pazar yerlerini de biliyorum, şöyle bir çevrene baksana, sizdeki hemen hemen bütün satıcılar erkek, Rusya'da ise az sayıdaki erkek satıcı dışında neredeyse her tezgahın başında ayrı güzellikte bir kadın var, benim ne işim var o kadar erkeğin arasında, burada çok mutluyum'' diyerek gülmüştün.

Hatırlayınca yine gülmeye başladı.

''Sabah sabah nereden çıktı bu? Evet söylemiştim ama, şimdi yine niye aklına geldi ?''

''Bak'' dedim, hafiften 'rövanşist' bir tavır takınarak. ''İşte bu, bizde asla olmaz. 

''Ne olmaz?'' dercesine çevresine hızlıca şöyle bir göz attı.

''Pazarcı esnafı, sabah tezgahın başında içki içip çevreyi de rahatsız edecek şekilde yüksek sesle, hele bir de böyle kaba saba sözcüklerle asla konuşmaz.'' 

Omzumun üstünden, biraz arkamda duran ve konuşmalarından da bardaklarına doldurdukları votkaları yine bir dikişte içmeye hazırlandıkları anlaşılan adamları gözucuyla kesti. Bir şey diyecek gibi olduysa da biraz durup sonra da yutkunmasından, o anda aklına üşüşüveren düşüncelerini, tıpkı bütün diğer Rusların da her zaman yaptığı gibi hemencecik söylemeyeceğini anlamıştım.

Elindeki oyuncaklarla ilgilenmeye başladığında ise, yine derinliği olacak bir sohbetin ilk cümlelerini duyacağımı, artık kesinlikle hissedebiliyordum. 

''Din'' dedi, toplumsal davranışları çok ciddi olarak şekillendiriyor.

''Herhangibir dini mi yoksa genel olarak dinlerin toplumlar üzerindeki şekillendirici etkilerini mi kastediyorsun? Hem, eğer kastettiğin tek tanrılı dinlerse, inan bana pazarların tarihi tek tanrılı dinlerin tarihinden de eskidir...''

Geçen hafta turkrus.com'da okuduğum ve Tolga Çapkın'ın Nicola Haardt ile yaptığı söyleşideki bir bölümü anımsayıverdim.

''Türk halkları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar olarak neleri söyleyebilirsiniz?'' sorusuna Nicola; Rusya'ya yaptığı yolculuk sırasında karşılaştığı özellikle belli bir bölgedeki halkların hepsinin Türk ve müslüman olmalarına karşın, kimi topluluklarda ailevi ve kültürel değerlerin öne çıkartıldığını kolayca gözlemlerken, kimi ülkelerde ise dinin günlük ilişkilerde hatırı sayılır ağırlığını hissettiğinden sözediyordu. 

Yaşanılan topraklardaki bilgi birikimi ve bilimselliğe gösterilen saygının düzeyi, ekonomik gelişmişlik, halkın dini ne şekilde algılayıp değerlendirdiği, siyasi iktidarların hazırladıkları yasaların hedefi, jeopolitik durum, ürün çeşitleri, her konuda olduğu gibi ticaret sahasında da önce tutumların oluşmasına neden oluyor, bu tutumlar da daha sonra toplumsal davranışları belirliyordu.

''Yani kısaca söylemek gerekirse bilesin ki, pazarda içki içilmemesini bir tek din faktörü ile açıklamak pek de olası değil. Günlük hayatın akışını etkileyen dinsel kuralların yanında ayrıca bir çok farklı etken de var'' dedikten sonra, Ermeni kökenli bir vatandaşımızın, Garo Alagöz'ün, 'İrma ve Elma Ağacı' adlı kitabındaki öykülerinden bir tanesinin kahramanını anımsayıp, bunu hemen Saşa'ya anlatmaya başladım;

Соломон Вайсман, 1895 yılında Litvanya'da asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Rus musevisi olan Weisman'lar Çarlık Rusyası'nda zengin ve tanınmış bir ailedirler. Aile ticaretle uğraştığı için Salomon da dadılarla, özel hocalarla büyür. Anadili olan Rusça'dan başka, Fransızca ve Almanca da konuşur.

Weisman'ların Salomon'dan başka iki de kız çocukları vardır. Çarlık Rusyası'nda mutlu bir hayat sürerler ancak, 1917 yılında Salomon okulunu daha henüz yeni bitirmişken işler birden bire değişir.

Artık Çarlık rejimine karşı savaşan komünistler vardır ve Çar taraftarları ile Bolşevikler arasında da kıran kırana bir iç savaş başlamıştır.

Gittikçe daha da kanlı bir boyuta taşınan olaylar nedeniyle Weisman'lar endişe içindedirler. Baba Weisman en çok da oğlunu düşünür ve onu kısa süreliğine de olsa ortamdan uzaklaştırmak ister, ''Nasılsa'' der, ''Çok geçmeden Çar taraftarları mücadeleyi kazanacak ve bizler de eski güzel günlerimize döneceğiz, sen de o zaman geri gelirsin''

Salomon, Odessa'dan Zonguldak'a kalkan bir gemiye bindirilir. Gemide kendisi gibi Rusya'nın değişik yerlerinden gelmiş kırk genç daha vardır. 

Vapur, Karadeniz'in hırçın dalgalarıyla iki gün boğuştuktan sonra Zonguldak'a varır. 'Beyaz' Ruslar burada karaya çıkıp, heyecanla ülkelerinden gelecek iyi haberleri beklemeye başlarlar ama onun yerine her gün başka bir felaket haberi alırlar. Bir süre sonra da Çar tutuklanır ve ardından da 'cezalandırılır'.

Artık Bolşevikler duruma tamamen hakim olmuş, Salomon ve arkadaşlarının geri dönme umutları kalmamış, bu arada ellerindeki son paralar da tükenmiştir.

Bazıları Zonguldak'ta maden ocaklarında çalışmaya başlarlar. Böylece aradan 3 yıl daha geçer. Ülkelerinde artık 'Çarlık' diye bir şey kalmamıştır, mecburen çalışmaya ve yeni ülkelerine alışmaya gayret edeceklerdir.

Bu arada Türkiye'de de rejim değişmiş, Cumhuriyet ilan edilmiştir. Cumhuriyet bir gün kendilerine yeni bir olanak tanır, isteyenler Türk uyruğuna geçebileceklerdir...

Salomon da diğer bir çok arkadaşı gibi bu teklifi sıcak karşılar ve Süleyman Aker adını alıp, müslümanlığı da kabul ederek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olur.

Süleyman daha sonra İstanbullu bir Ermeni ailenin kızı ile evlenip ticarete atılır ve İstanbul'a yerleşir.

Genlerinden gelen ticari zekası, iyi eğitimi ve kişisel özellikleri ile de birleşince kısa sürede 'piyasa'da sevilir ve güzel bir iş sahibi olur. 

Yazar işte tam da o sıralarda, meslek hayatının zirvesinde olan Süleyman bey ile tanışır. Süleyman bey, ticarete daha henüz yeni atılmış ve sermayeden yana sıkıntı çeken Garo'ya yardım elini uzatır, onu destekler, doğru insanlarla tanıştırıp, işi için gerekli parayı bulmasını sağlar ve arkadaşlıkları da bu süreçte dostluğa dönüşür.

Bir gün İstiklal Caddesi'nde sohbet ede ede yürürlerken, Süleyman beye yanlarından akan neşeli insan kalabalığını gösteren Garo, ''Şunlara bir baksanıza. Hayat ne kadar da güzel'' der. Yanıt gecikmez, ''Hayat tabii ki de güzeldir oğlum ama kırk yaşına kadar yaşarsın, altmışa kadar idare edersin, altmıştan sonra da benim gibi, dünyaya gözlerinle bakar durursun...''

Bilir ki anası babası artık yaşamıyordur ama ya kız kardeşleri, onlar sağ mıdır acaba? Bir gidebilse, ellerinden tutup, doyasıya sarılabilse kardeşlerine...

Ancak ne yazık ki Süleyman beyin yolu Rusya'ya bir daha hiç düşmez, doğduğu toprakları ve orada bıraktığı ailesini de son bir kez dahi olsa göremez. 

Süleyman bey, ticaret hayatında olduğu gibi aile yaşamında da örnek bir insandır, hiç çocukları olmaz fakat, dünyada onlar kadar birbirlerini çok seven, sayan sanki başka bir çift daha da yoktur. Her gün defalarca birbirlerine telefon eder, hal hatır sorarlar.

1970 yılında Süleyman bey artık 75 yaşındadır. Hala dinç görünmekle beraber kalbi de maalesef bir hayli zayıflamıştır. Bu nedenle de genellikle evinde kalır ve ancak kendisini iyi hissettiği zamanlarda işi ile ilgilenir ama tüm bunlara karşın yine de eski neşesinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Saat beş oldu mu pastalar alınır, dükkana getirilir, çalışanlarla hep birlikte oturulup çayla beraber, yenilip içilir. Bu pasta faslından, biraz da kendi memleketinin geleneklerinden olduğu için kolay kolay vazgeçemez Süleyman bey.

Günler günleri kovalar ve artık son zamanlarında dışarıya da pek çıkamaz olur. Daha sonra bir gün akşamüzeri yazara telefon edip ''Garo ben hastayım, bunu senin de bilmeni istiyorum'' der vedalaşırcasına.

Nitekim telefon ettiğinin hemen ertesi gece yarısı da fenalaşır ve karısını yanına çağırır, ''Mari artık ölmek üzereyim. Kusurlarım olduysa beni affet karıcığım, ver ellerinden öpeyim'' diyerek karısının ellerini dudaklarına götürüp uzun uzun öperken de 'asil bir prens' gibi göçer gider bu dünyadan.

Süleyman beyin, artık işlerden de elini eteğini çekmesinin üzerinden epey bir süre geçmesinden dolayı karısı, Garo ve bir kaç kişi dışında hiç kimsesi yoktur. Cenazesi Şişli Camii'nden kaldırılacak ve Zincirlikuyu Kabristanı'na defnedilecektir.

Yazar,  ''Bir perşembe öğle namazına camiye gittiğimizde, musalla taşında tam beş cenaze, avluda ise yüzlerce insan vardı'' diye anlatır ve devam eder, ''Allah, Süleyman beyin cenazesini üç dört kişi ile kaldırmak istememiş ve bu güzel manzarayı hazırlamış''...

Evet nereden nereye geldik? Rusya'da bir pazar yerinden kalkıp İstanbul'a vardık ancak, zaten hayatta da hep böyle olmuyor mu? Hiç aklımızda olmayan olaylar yaşayıp, olmadık insanlarla bilinmedik yolculuklara çıkmıyor muyuz? Hızla esen zaman rüzgarının önünde durmak olası mı sanki? İçinizde yıllar sonra nerede olacağını, nereye gideceğini önceden bilebilen var mı? 

Kimileri Rusya'dan Türkiye'ye, kimileri de Türkiye'den Rusya'ya...

Herkesin Ramazan Bayramı kutlu olsun. Sağlıklı, mutlu, umutlu, birlik ve kardeşlik içerisinde yaşayacağımız güzel günler dilerim.

7.8.2013
akoba66@yahoo.com


Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
İLGİLİ HABERLER
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
ANKET
Yıl sonu yaklaşırken Rusya'da iş hedeflerinize ne kadar yakınsınız?
©Copyright Turkrus.com - All Rights Reserved
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама