Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
YAZARLAR

Yoksul ama "yoksun" olmayan huzurlu insanların şehri: Tiraspol...

KAAN AKOBA yeniden okurlarıyla buluşuyor: TürkRus.Com'a özel yazıları ile zenginlik katan yazarımız Kaan Akoba, uzun bir aradan sonra bu kez dünyanın stratejik açıdan en sıcak bölgelerinden biri olan, Moldova'dan tek yanlı olarak bağımsızlık ilan eden ve Transdinyester'in başkenti Tiraspol'e gitti ve izlenimlerini kaleme aldı. Rusya'nın desteğiyle yıllardır ayakta kalan Transdinyester'den hayata dair renkli notları, sorunun perde arkasını ve bugünkü manzarayı, Kaan Akoba'nın usta kaleminden, edebiyat tadında size sunuyoruz. Keyifli okumalar!


Tiraspol Gezi Notları

İki Şehrin Hikayesi'nde Charles Dickens, Paris'te ve Londra'da yoksulluğun ve yolsuzluğun bunalttığı insanların hikayesini anlatır.

 Dickens; 'Devrim'e kadar soylular tarafından ezilen Fransız köylüsünün durumundan ve 'Devrim'in hemen ardından da soylulara yönelen vahşetten bahsederken, İngilizler'e aslında toplumlar arasındaki benzerlikleri işaret ederek bir şeyler anlatmaya çalışıp, ''Fransızların yaşadıklarını bizler de her an yaşayabiliriz, hiçbir şey düşündüğünüz kadar uzak olmayabilir'' demeye getirir.

''O günler en iyisiydi ya da en kötüsü. Akıl çağıydı ve aptallık çağıydı da aynı zamanda. İnançlar zamanı ve de inançsızlıklar zamanı. Işık mevsimiydi ve karanlık mevsimi. Umut baharı ve umutsuzluk kışıydı tam da o günler. Yaşayabilmek için her şey vardı önümüzde ve yaşayabilmek için önümüzde hiçbir şey yoktu. Hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk tıpkı hepimizin doğrudan cehenneme gittiği gibi. Kısacası o günler, tıpkı şimdiki gibi o kadar da uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, o günlerin gelmiş geçmiş en iyi günler olduğunda ısrar ediyorlardı.


İngiltere Tahtı'nda bir Kral oturuyordu, büyük ağızlı ve çirkin suratlı. Fransa Tahtı'nda da bir Kral vardı geniş ağızlı ve bir de Kraliçe, güler yüzlü. Bu iki ülkede de kristalden bile daha parlak olan; devletin özel çıkarları uğruna korunan balık ve ekmeklerine bakan soylular, var olan her şeyin değişmeden var olmaya devam edeceğini düşünüyorlardı...''



  *****

 Avrupa'nın 'en fakir ülkesi'nin başkentindeki havaalanının gümrüğünden, hiç zaman 'harcamadan' çıkıp da sadece bir kaç adım atınca, beni karşılamaya gelenlerin yanına varıyorum.

 Gümrükte hemen yan tarafımdaki bankodan ülkeye giriş yaptığı sırada, ''Biznismen'im ben, buradan Türkiye'ye ceviz göndermek için geldim'' diyen adamın, sanki istese orada o dakikada Bill Gates'in mal varlığını cebinden bile çıkartabilirmiş havasıyla, Avrupa'nın muhtemelen en düşük maaşlı devlet memuruna öyle bir yukarıdan bakışı vardı ki, yani nasıl anlatsam bilemiyorum, uçak Kişinev'e inmek üzere alçalırken dahi şehre ben binlerce kilometre yukarıdan o gözlerle bakmamıştım.

Biz çok zengin ülkeydik çooook. Otoyollarda bir yerden başka bir yere gitmeye çalışırken saatler harcayabilecek kadar bol zamanımız, kuyruklarda tüketilecek kadar da uzuuun bir ömrümüz olmalıydı ki, hep biryerlere yetişmeye çalışmamıza ve her seferinde de geç kalmamıza rağmen, yine de genişlemekten vazgeçmeyen İstanbul'un daraldıkça daralan sokaklarına hapsetmek için arabalar almaya herhalde bir gün artık her şey tamamen kilitlenene kadar devam edecek olmalıydık.

Avrupa'nın en fakir ülkesinde, o ülkenin başkentindeki havaalanından çıkıp, dostlarımızın arabasına binip yola koyulduk. 

Çok önemli kişiler olmadıklarından olsa gerek, sanki hiç aceleleri yokmuş gibi davranıyorlardı. Bir yere yetişmeye çalışmıyor, önlerine çıkan arabaları sollamak için de gaza yüklenmiyorlardı. ''Ehh tabii'' dedim içimden. ''Sizde vakit nakit değil nasılsa. Bu kadar rahat adamların da, varlık içinde yüzmelerini haliyle beklememek gerekir.''

Hal hatırdan sonra sohbetin devam etmesi için, ''Adamın biri'' dedim, ''Pasaportuna bakmadım ama sanırım 'bizden'di, gümrükten içeri girerken ''Ne amaçla geldiniz?'' diye soran memura, bozuk bir Rusça ile ''Ceviz almaya geldim'' diyordu diyerek anlatmaya başlamıştım ki, aslında niyetim ''Kardeşim madem her yer ceviz ağacı o halde siz niye kendiniz satmıyorsunuz Türkiye'ye bu cevizleri?'' diye işgüzarlık etmekti.

 ''Sakın ha!'' dedi dostum, ''Sen sakın ha almayasın o sırf ucuz diye heryerlerde satılan bizim cevizlerden.'' 

 Allah Allah niye ki?.

 ''Yol kenarlarında yetişen ceviz ağaçları egzozdan nefes alamaz, çevrede ne kadar kirli hava varsa hepsini emerler. Yere düşen cevizleri de çocuklar toplar ve üç kilo, beş kilo işte artık ne kadar doldurabilmişlerse çuvalları, götürüp satarlar herkesten az az alıp da sonradan toptan Türkiye'ye gönderecek 'acımasız' bir tüccara. Yenmez onlar, yense de emin ol zararı faydasından fazladır...''

 Kişinev'den Tiraspol'e giden yolda hemen havaalanından çıktıktan sonra sağlı sollu ceviz ağaçları ve arkalarında uzanan tarlalarda da günün hangi saatinde olduğuna aldırmaksızın çalışan genç-yaşlı, kadın-erkek Moldovalılar... 

 Atatürk Havalimanının çevresini düşündüm. ''Yok canım'' dedim, ''Biz var ya biz. Hakikaten de işi biliyoruz. Kalkınma dediğin öyle soğanla patatesle mi olurmuş? Biz, toprağımızın her metrekaresine modern binalar yapıp, taşın suyunu çıkartıyoruz...''

 ''Biliyor musun?'' dedi dostum. ''Şimdilerde 13 kilo patates 1 dolar ediyor. O da alıcı falan da yok aslında ama hani ''Kaç para?'' diye biri yanlışlıkla sorarsa yanıt verebilmek için fiyat belirlemişler gibi. İşte son karışıklıkların ardından Ukrayna üzerinden mallar da çıkamıyor ya, milletin mahsulü ellerinde kaldı.''

 ''Bak'' dedim, ''Yahu gene başka bir iş bilmezlik. Halbuki bizde misal domates üreticileri, baktılar o yıl üretim fazlası var, fiyatlar düşecek, hoooop malları denize dökerler. Sonra n'olur? Arz-talep dengesinde arz azalırsa fiyat yükselir di'mi?'' Böylece de üretici kazanır, yani emekten yana bir şark kurnazlığı, o yüzden de etik bir sıkıntı yok.

 Tabii bunlar hep fakirlerdi ve sırf o yüzden de her yıl şöyle uyanık bi'kaç yüz öğrenciyi Amerikan üniversitelerine bir türlü gönderemediler. Sonra bu çocuklar okullarını bitirip de ülkelerine döndüklerinde de, oralarda öğrendikleri çağdaş metodları yerele uyarlayıp ülkelerini havalandırabilselerdi ne de güzel olurdu. Nerdeee bunlarda bizdeki akıl?

 Ne var ki biraz düşününce de, ''Ee ama tabii adamların da elleri kolları bağlı, bizim gibi üç tarafları denizle çevrili değil. N'apsınlar ürün fazlasını dökecek deniz olmayınca fiyatlar da mecburen böyle tepetaklak oluyor'' deyip doğrusu birazcık da olsun hak verdim kendilerine.

 Sağa yanaştık, ufak bir pazar yeri vardı. Arabadan inip şöyle hem bir bacaklarım açılsın hem de 'durumu yerinde bir tespit edeyim' düşüncesi ile köylünün pazara getirdiği patates soğan çuvallarının arasında gezinmeye başladım.

''Tiraspol'e yaklaştıkça Rusça konuşan insanlarla daha sık karşılaşmanın mümkün  olduğunu bildiğim için Rusça selamla sohbete başlayıp, esnafın arasına karışıp da yalandan sorular soran, yanıtları da dinlemediği halde dinlermiş gibi yapan 'taze kaymakam' tadında, ''Eeee bu yıl fiyatlar da oldukça düşükmüş, n'olacak bu köylünün, çiftçinin hali?''  diyerek devam ettim.

 Bekliyorum ki, ''Beyim n'olcak bizim halimiz? Öldük, bittik, mazot parasını bile ödeyemez haldeyiz, Vallahi seneye çıkar mıyız orası da meçhul...'' diye  ağlanıp, sızlanacaklar.

 ''Şanslı domuzlar'' dedi bir tanesi. ''Hah'' dedim, ''Sırtımızdan para kazanan tüccarlar, bizden ucuza malı kapatıp, bir ton da kar koyduktan sonra millete fahiş fiyattan satacaklar köylünün malını'' diye cümlenin devamı gelecek. Ne var ki bir yandan da ''Acaba politikacılara giydirdi de ben mi tam anlayamadım'' diye düşünmüyor da değilim.

 ''Kimmiş o domuzlar'' diye sordum. ''Kim olacak bizim buraların domuzları''. Bu kadın acaba kime bu kadar kızmış da sürekli 'domuz' diyor derken. ''N'apalım kimse yemezse biz de elimizde kalan patateslerle domuzlarımızı besleriz. Onlar da semirir, eh artık seneye de iyi para yaparlar'' diye son noktayı koyarken, bana da kapağı da yapmış oldu bu arada.

 Bu Pollyanna tarzı düşünce yapısıyla Tiraspol'deki tatilim boyunca sürekli karşılaşa karşılaşa, kısa bir süre sonra ben de her şeyin bakılası tozpembe yanını hiç de zorlanmadan görebildiğimin farkına vardım.

 Bizler İstanbul'da belediye otobüsleri, metrobüsler, Marmaray, vapur iskeleleri, dolmuş, minibüs durakları çevresinde, hep bir 'ha kaçırıldı ha kaçırılacak' koşuşturmasının hay huyu içerisinde, kendi kendimize işkence ederken, 'en fakir ülke'nin yakıcı güneşinin altında sombrero'sunun gölgesinde duvarın dibine çökmüş Meksikalı' rehaveti ile  yaşamı kana kana içmelerine hayranlığım da her an katlanarak arttı.

 Kimilerince Transdinyester Sosyalist Moldova Cumhuriyeti, kimilerince de Pridnestrovya olarak adlandırılan; Moldova'nın başkenti Kişinev'teki havaalanından 60-70 kilometre uzaklıkta doğuda, bölünmüş Benderı şehrinin tam ortasında sınırları başlayan ülkenin bir güvenlik noktası sizi karşılar. 

 Kendisinden başka sadece, zaten onları da kimsenin tanımadığı; Güney Osetya, Dağlık Karabağ ve Abhazya tarafından tarafından tanınan, kendi parası, anayasası, meclisi, bakanları, devlet başkanı, milletvekilleri kısaca bir devletin nesi varsa onların da o'su olan bir ülkedir burası.

 Halkının tamamına yakını Sovyetler Birliği zamanında buralarda yerleşmiş, kendilerine bu toprakları yurt edinmiş insanlardan oluşur. 

 Moldovan değillerdir ve bu yüzden de bir çoğu, uluslararası arenada vatandaşı olarak göründükleri ülkenin dilini yani Moldovcayı (kişisel düşüncem Romence demekte de hiçbir sakınca yok) başta da gençler olmak üzere, bilmezler.

 Evliya Çelebi 1656 yılında ziyaret ettiğini söylediği Bender Kalesi'ni tasvir ederken; 1538-1539 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman ordusuyla sefere çıktığında buyruğu üzerine, Mimar Sinan'ın kaleyi burada inşa ettiğini yazar. 

 *****

Dniester Nehri'nin üzerindeki bir köprüden geçerek artık iyiden iyiye Tiraspol'e yaklaşıyoruz. Moldova'nın diğer yerlerindeki uçsuz bucaksız tarım arazilerinden, şehirleşme diyemesek de kasabalaşma manzaralarına dönüşüyor ortam.

 Evler genellikle iki katlı, bazılarının çok kısa bir süre önce yapıldıkları açıkça görülse de bazılarının ise tamir zamanı çoktan gelmiş de hatta geçiyor bile. Yollar, Avrupa'dan yok denebilecek düşüklükteki vergilerle ithal edilmiş her türden araba ile dolu. Hani dolu dediysek aklınıza öğle saatlerinde Maslak trafiği gelmesin, kendi çapında bir doluluğu anlatmaya çalışıyorum.

 Troleybüslerin en havalılarının Beyaz Rusya Devlet Başkanı Lukaşenko'nun kıyağı olduğu anlatılıyor. İş rakama döküldüğünde ise 100 dolar emekli maaşı ile geçinen (geçinmek dediysem yani lafın gelişi) yaşlıların kafaları karışıveriyor. Çünkü milyon dolarlar anlayabilecekleri değerlerin üzerindeki 'sıfır'lar ile ifade edildiğinden kimisi, iki milyon dolar vermişler bütün troleybüslere diyerek 8-10 yeni araçtan sözederken, kimisi de ''Bunların herbiri iki milyon dolara mal omuş'' diyor. 

 Şehir nüfusunda emeklilerin payı sanırım Avrupa Standartları'nın da üstünde. Yaşam kalitesi demiyorum dikkatinizi çekerim, nüfusun yaş ortalamasından bahsediyorum.  Bir emeklinin ortalama 100 dolar maaş aldığını öğreniyorum ki onun ödemesi de bugünlerde Rusya'dan gelen 'paragaz' hattındaki kesintiler nedeniyle gittikçe daha da sıkıntıya girmişmiş.

 ''O zaman bu insanlar nasıl oluyor da yaşıyorlar?'' diye ülkemizde de şehir efsanesi haline gelmiş sorunun yanıtı ise, ''Zamanında yurt dışına ki büyük bölümü de Rusya'ya gitmiş olan çocukları, torunları ve diğer hısım akrabanın gönderdiği paralarla'' şeklinde oluyor.

 Oluyor olmasına da şimdilerde Rusya da krizin tam ortasına düşünce, eskiden ayda 100, 200 artık Allah ne verdiyse anasına, babasına, dedesine, ninesine gönderenler, kendilerine bile zar zor yeten maaşlar, ücretler almaya başlayınca, haliyle ülkeye Western Union'lar ile gelen paralar da artık gelmez oluyor. Yalnız bir türlü halk, ''Yandık bittik'' diye sokaklara dökülmüyor nedense.

 Tiraspol'de bulunduğum bir kaç gün, Paskalya haftasına denk düşüyor. Her yerde paskalya kekleri satılırken, evlerde de kutlamalar durmaksızın devam ediyor. Burada da tıpkı Rusya'daki gibi erkeklerin genel tercihi vodka olsa da milli içki şarap da hiç gözardı edilemeyecek şekilde masalarda kendisine yer buluyor.

 Mezarlıklar, zaman zaman yağan yağmura ve balçıklaşan zemine de rağmen tıklım tıklım dolu. Herkes, ellerinde bazıları plastik bazıları ise gerçek ama hepsi de rengarenk çiçeklerle atalarının mezarlarına gidiyor.

 Cuma günü internetten Спея'da (Speya) Tiraspol Sheriff futbol takımının maçı olduğunu öğreniyorum. Ne zaman gelsem adamlar sanki haber alıyor da  benden kaçıyorlarmış gibi deplasmana çıktıkları için, bu sefer Tiraspol'de oynamalarını beklemek yerine, ''Onlar bana gelmiyorsa ben onlara giderim'' diyerek yola koyuluyorum. Maçın yerini öğreniyorum ve merkez gara gidip otobüs saatlerine de bakıp bir bilet alıyorum. Bu arada önceden Sheriff'in şehir merkezindeki Fan Club'ına da uğrayıp kaşkol almayı ihmal etmiyorum tabii. Hatta bir de deneme yapıyorum, ''Bizim Alemdağspor'un maçlarına giderken bazı taraftarlarımız İstanbul'da futbolcuların otobüsünden yararlanabiliyor, sizde de böyle bir şey var mı acaba?'' diye, görevli kıza bir olta atmayı da ihmal etmiyorum.

Güzelliği başımı döndürürken, o ise bana vermek üzere kaşkolün içinde olduğu naylon ambalajın tozlarını üfleyerek temizliyor. Tepkisizliğinden anlıyorum ki aslında ne maçtan haberi var ne de konuya ilgisi. Süpermarketin manav reyonunda iş bulmuş olsa domates satacakken, burda çalıştığı için şimdi forma, kaşkol, eşofman, krampon falan satıyor. 

 ''Speya'daymış maç'' diyorum ''Bu hafta deplasmandayız, gene yakalayamadım bizimkileri...'' 

 Benim ısrarla akraba çıkma gayretlerimin hepsini pokerface ifadesiyle boşa çıkartınca ben de zaten artık sıkılıyor ve akrabalarımı aramaktan da vazgeçiyorum.

 Otobüs bileti diye aldığım 'şey'in 70'li yıllar köy minibüsüne ait olması beni şaşırtsa da, 1. Lig maçının oynanabileceği bir stadın, bir saatlik yol boyunca gittiğimiz istikamette olma olasılığının sıfıra yakın olduğunu gerçi biraz geç de olsa eninde sonunda net olarak anlasam da, gene de umudumu kesmiyorum ama, artık bir köy meydanındaki ağacın gölgesinde durup da şoför yüzüme bakarak 'son durak' deyince bu sefer artık kesin olarak acı gerçekle karşı karşıya kalıyorum, yanlış yerdeyim.

 ''Haaa Speya mı? Sanırım sen...'' diye başlayan cümle, bu coğrafyada bir tek Speya'nın olmadığını ve benim de olmam gereken de değil de alakasız bir Speya'da bulunduğuma işaret ediyor. 

Ertesi gün başka bir maç daha var ve ben artık tecrübeliyim. Yeri yine internetten buluyor ama bu kez daha tedbirli davranarak koordinatları çıkartıyor ve en az 3-5 kişiden de onay alıyorum. Tiraspol'un bir diğer takımı Dinamo Auto, bizim Gagauz Türkleri'nin Saxan takımı ile Tiraspol'de oynuyor.

 Dinamo Auto bütün sezon boyunca tek bir galibiyet ve ligin dibine demir atmışlığıyla ne kadar iddiasız bir durumdaysa, eşim de bir o kadar iddialı. ''Benim ayağım uğurludur'' diyor, bana bu sene İstanbul Süper Amatör'den 36 maçına giderek Bölgesel Amatör Lig'e yükselmesinde yadsınamaz payımızın(!) olduğu Alemdağspor'u anımsatarak. 

 ''4-0 alırız'' diyor. ''Alırız derken kimi kastediyorsun, hani biz Türkler, Gagauzlar da kardeşlerimiz, Saxan'ı mı tutuyorsun?'' diyorum bütün saflığımla. Gülüyor. ''Dinamo'' diyor ''4 atar''. Atar mı atar, bütün sezon İstanbul'da hem maçların sonucunu hem de golleri atacak oyuncuları bildiği için sesimi çıkartmıyor ve ister istemez hanımköylü olup ben de Dinamo'yu tutmaya başlıyorum.

 O, son sıradaki Dinamo maça golle başlayıp, golle bitiriyor. Son dakikalarda Saxan'ın attığı 'şeref sayısı'nı dikkate almazsak maç gerçekten de neredeyse 4-0 bitecekti. Seneye bu işi ticarete döküp, biraz iddia kuponu oynasak mı acaba diye düşünmeye başlıyorum, maç bitip de seyirciler dağılırken.

''Bir de maç yazısı okuyalım, araya sıkıştıralım'' diyenler için Dinamo Auto-Saxan maçı ; http://goo.gl/sJdGJm

 Ben her ne kadar 'yedi tepeli' bir şehirden de gelsem açıkçası yokuşu, çıktı indisi olan yerlerde dolaşmayı ne yalan söyleyeyim pek sevmem. Tiraspol benim gibi düşünenler için ideal bir şehir, bırakın tepeyi, yokuşu, neredeyse 'tümsek' bile yok şehirde.

Yapıların bazıları yerlerini 'modern', yeni teknoloji ile donatılmış binalara bırakırken, bazıları da sahiplenildiği için 'elden geçirilip' yüzüne bakılır hale getirilmiş ancak, bir çoğu hala en azından şiddetle makyaja muhtaç halde. Ne var ki bu durum bile şehirde fakir bir havanın hüküm sürmesine neden olmuyor.

 Zengin her yerde zengin ancak burada farklı olan 'fakir'ler. Cebinde birazdan da fazla parası olan 'şanslı azınlık'lar, pahalı restoranlarda, film çekilerek hafif koyultulmuş camların arkalarında Azerbaycan'dan, Hazar Denizi'nden ( Kaspiyskoye More ) gelen siyah havyarları yerlerken, yoldan geçenler belki camlara yapışırlar diye bekliyorlar ama sokaktakilerin bu gelir uçurumuna aldırdığı bile yok. 

 Keza Avrupa'dan taze gelmiş bir 'jeep'in şoför yanındaki koltuğundan kırmızı ışıkta beklerken duraklardaki halkı kesen 'zengin profili' Tiraspol'de de dünyanın her yerinde rastlanabilecek cinsten olmasına karşın, farkı o duraklarda bekleyen insanlar yaratıyor. Kimse bir başkasının neye bindiğine aldırmıyor bile, nasıl oluyor da oluyor? Onlar böyle de mutlu. Ve hatta jeep'inde hava basamayan adamın gerilimi, bu ay oğlu Moskova'dan 100 dolar gönderemediği için geçen aylarda bankadan çektiği kredinin taksidini nasıl ödeyeceğini düşünen emekli Tanya teyzeden bile daha fazla.

 Büyük şehirde emekli hayatı yaşamakla burada, Tiraspol'deki emeklinin hayatını kıyaslayasım geliyor.

 Bence İstanbul'un sokaklarında aslında pek de tam olarak ne yaptıklarını bilmeden sağa sola koşturan insanların, yollarda vızır vızır işleyen araçların, sürekli inşa halindeki bir şantiye şehirin üstüne üstüne geldiği bir emekli, muhtemelen kendisini artık 'gereksiz' ve çağdışı hissediyor olmalı. 

 ''Herkesin koşarak gitmek zorunda olduğu bir yer ya da birileri var ama, beni neredeyse artık bayramlarda bile hatırlayan kalmadı'' ruh hali, insanı içten içe yiyip bitiriyordur muhtemelen.

 Tiraspol'de ise belirli bir yaşın üstündeki insanları uzaktan izlerken, o telaşsız, biraz daha hızlı hareket ederek ya bir vapuru yakalamak ya da indirime girmiş bir malı bitmeden alabilmek kaygılarından uzak, kendi halinde akıp giden temponun yaşlılar için ne kadar da huzur dolu olduğunu hissediyorum. 

Artık fiziksel olarak ağırlaşmış hareketleri ile yaşamın temposunun birbirine denk düşen uyumu, eminim onlara büyük bir iç huzuru veriyor olmalı. ''Parasızlığı nasılsa bir şekilde hallederiz, hem zaten yıllardır da yokluğuna alıştık, artık bu saatten sonra olmasa da olur'' düşüncesi sanırım, insanları bu kadar güleryüzlü ve birbirlerine mesafeli ama son derece de saygılı yapan. 

Rusça konuşulan onca yer içinde bu kadar huzurlusuna ilk defa rastlarken, para ile saadetin 'ruh ikizi' kıvamındaki bir şiddetle birbirlerine başlı olmadıklarını da bir kez daha gözlemliyorum.

Evlerin, arsaların yok parasına satıldığı günler çok gerilerde kalmasına rağmen emlak piyasasındaki fiyatların ciddi düşüşünü farketmemek de olası değil. Merkezden uzak yerlerde arsalar zaten 'komik' rakamlarla ve uzunca süredir tek bir alıcı bile çıkmadan beklerlerken, apartman daireleri, merkezde yarım kalmış dupleksler, tripleksler ve nehre yakın boş arsalar da 'belki' birisi çıkar diye umutla yeni sahiplerinin yolunu gözlüyorlar.

Emek çok ucuz. Emek ucuz olup, ülkede sanayi de olmayınca, 'normal olarak' bu ucuz kaynağın inşaat işlerinde sömürülmesi beklenir değil mi? Ne var ki, ülkenin ve çevre coğrafyasının içinde bulunduğu 'yoğun' belirsizlik, neredeyse her şeyi durma noktasına getirmiş.

Yurtdışında çalışanlar işlerini kaybetmedilerse, özellikle de Rusya'dakiler, gelir ve birikimleri devalüasyona yenik düştüğünden, öyle eskiden olduğu gibi ayda bir kaç yüz doları kolayca memleketlerine gönderemiyor, yaşlı büyükler de bu paraları yemeyip içmeyip biriktirip, üstünü de biraz da kredi ile tamamlayıp ufak da olsa bir daireye, bir kaç dönümlük bir arsaya çeviremiyor. Böylece de paranın el değiştirmesi sadece pazarlarda, sebze, meyve, et, süt ürünleri ve tabii gençler için de iletişim sektöründe oluyor.

Kendimi 'çok' akıllı sandığım geçmişte, çevremde 'o kadar da' akıllı olmadıklarını düşündüğüm insanların kolayca mutlu oluvermelerini içten içe hep kıskanırdım. ''Ben o kadar hassas düşünüp, kılı kırk yarıyor, geleceğe yönelik plan ve yatırımlarla bugünleri pas geçme riskini bile kimi zaman göze alıyorum ama yine de bu 'kaygısız' adamların gönül rahatlığına bir türlü erişemiyorum'' derdim kendi kendime. 

Tiraspollülerin büyük bir kısmı çok az parayla, burunlarının dibindeki çatışmalara da rağmen sanki hiç de 'yokluk' yaşamıyor gibiler. Az sayıdaki zengin belki bir gün yeniden 'fakir' olabilecekleri kaygısıyla neredeyse hayatın zevklerini ıskalama sınırındalar ama buna karşılık yoksullar, hiç bir şeyden 'yoksun' olmadıkları düşüncesinin iyimserliğiyle hayatın tadını çıkartmaya devam ediyorlar.

Koşturmaktan burnunun ucunu göremeyenler için huzur dolu görülesi bir yer Tiraspol ve onun mutlu mesut insanları.

kaanakoba@yandex.com

4.5.2015

 

Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
İLGİLİ HABERLER
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
Türkrus reklam
Реклама
ANKET
Hayatınız ve işiniz için 2023'e kıyasla genel 2024 beklentiniz nedir?
©Copyright Turkrus.com - All Rights Reserved
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама
Türkiye-Rusya haber sitesi
Реклама